Giriş - İletişim


 
 
 
 
 


İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

 

              “       İşte gidiyorum çeşm-i siyahım      “

                                                                           Hakan ve Şevki’nin anısına        

           Cebeci de  SBF nin yan tarafında bir sokak vardır, Köylüler sokağı. Bu sokağın, Cemal Gürsel caddesinden çamlığa kadar  birbirine paralel uzanan sokaklardan farkı yoktur. Apartmanların mimarisi de farklı değildir. Tepeye sırtını yasladıklarından arka tarafları dört, sokaklara bakan tarafları da üçer katlıdır. O sokakta bir evin bodrum katında bazen üç, bazen dört arasında sayıları değişen gençler oturur. Oturur dersem de inanmayın, oturdukları yoktur aslında. Oturmaya fırsat olduğu zaman gelirler bu eve, nefeslenmeye,  çoğunlukla yatmaya  yani.   Bu oturulacak zamanda gece yarılarıdır çoğu zaman.  Sabah erkenden çıkarlar evden. Kimseler görmesin diye büyük özen gösterirler. Girişleri gibi çıkışları da sır doludur. Kısacası varlıkları belli değildir. Evin bir odası, bir salonu vardır.  Salondan arka bahçeye açılan kapı ve pencereler demir parmaklıklar  ile çevrilidir.  Üç adet somya, oda ve salona  yerleştirilmiştir. Çoğu zaman iki kişi kalır bu evde.
Yaşları hemen, hemen aynıdır, boyları , bosları da birbirine yakın. Aralarında en kısa olanı, yaşça en büyük olanıdır. Ankara’lı değildir. Evin demirbaşı desek yeridir. Birinin ailesi Ankara’da oturur, ev sorunu yoktur. Hatta babasının devlet içindeki görevinden dolayı güvenlikli bir evde kaldığı bile söylenebilir; ülke insanının tümünün güvenlik aradığı bir dönemde. Arada bir kaçar gelir bu evde kalmaya. Bu bazen “ mesai” dolayısıyla olur. Bazen de dertleşmeye, sohbete gelir.  Kendi evindeki,  yatağı, döşeği rahat da olsa bu evdeki somya onun için kuştüylüdür. Bir tavada veya tencerede pişen yemek ile kuş sütünün eksik olmadığı sofralar kurulur.  Evdeki eşyalar sağdan, soldan temin edilmiştir. Gösterişli perdeleri de  kamulaştırılmıştır(!).
Bir diğerinin de derdi kendi evine gidememektir aslında.  Evinin  yolunda defalarca kurulan pusuları atlatmıştır.  Aynasızlar ile de yıldızı barışmamıştır,  tıpkı diğerleri gibi. Bu evde en yakın dostları ile bulunmanın tadını doyasıya yaşamaktadır.
Sonuncusu, aralarına en son katılandır. Uzuncadır ve en yakışıklı olanıdır. Konuşması ahenklidir. İnce yapısına  şaşılası biçimde uygun tok sesi vardır. Söz söyleyen olmaz,  sözün üstünedir.
Dedik ya akşamları gelinir  eve diye, bir başka olur bekar evlerinde akşamlar.  İnsanın kendisiyle baş başa kaldığı saatlerin çoğu da akşama rastlar .  Konuşulacakların çoğu eve gelmeden yapılmıştır.  Sorunları anında çözmek, akıp giden zamanın ardından dört nala koşmak asli görevleridir.  Görevlerini yapmak için gösterdikleri ataklıklarının hızı da ölçülememiştir. Tıpkı şairin dediği gibi, “ En sekmez lüverin namlusundan fırlamışlardır”.  Görevleri mi ? Aslında kimse onları görevlendirmemiştir, onlar gönüllü olmuşlardır. Sert görüntülerine karşın  çok duygusaldırlar, çocuksudurlar. Sert görünmek gibi  kendilerine uymayan bir rol biçmişlerdir.  Her şeyden etkilenmelerine karşın bunu göstermezler. Sevinçlerini, üzüntülerini saklamada ustalaşmışlardır. Saklayamadıkları tek şey heyecanlarıdır. O heyecanları itelemiştir  bu yaşantıya.
Evine gidemeyen, baba evinden pille çalışan bir plakçalar getirmiştir ( bir zamanlar buna pikap  da denirdi). 45 lik de onlarca plak. Evdeki tek elektronik alet budur. Televizyon, radyo yoktur. Plakların çoğu halk müziğine aittir. Klasik Türk müziği  ( sanat müziği adı ile de bilinir)  ve birkaç tanede batı müziği plağı vardır. Bir plağı onlarca defa üst, üste çalıp dinledikleri  olur.  Plaklardan biri özellikle  dinlenilir.  Türküdür bu. Bestecisi, söz yazarı, müziği usta birine aittir.  Usul, usul çalarlar, türkünün nağmeleri usul, usul doldurur evi, ozan usul, usul söyler, ses çıkarılmadan usul, usul dinlenilir;

         “ İşte gidiyorum çeşmi siyahım”

    Sıradan bir bekar evi değildir bu ev. Siyasallı devrimcilerin evidir. Oturuşları, kalkışları, davranışları, konuşmaları ile dışarıda belli bir kalıp içerisinde olanlar eve geldiklerinde başkalaşırlar. Birbirlerini  çok iyi tanıdıkları için dışarıdaki giysilerinden sıyrılırlar. Dışarıda konuşamadıklarını konuşur olurlar. “Erkek, erkeğe muhabbetler”  anlayacağınız. Muhabbetleri sıradan erkek muhabbetleri değildir. Sıradan birer  insan olmadıklarından muhabbetleri de  sıradan değildir.  En insani duygularla donatılmışlardır. İnsandan yana ne varsa konuşulacak, onlar konuşulur. Sorunları, zevkleri, yemeleri, içmeleri, sanatı, edebiyatı, bilimi…. Ve aşkları…..Aşıktır aralarından, biri, ikisi. “ ah, ah, of, of “ derler. “Ah” lamaları, “of” lamaları da çocuksudur inanın. Bir görseniz gülmekten yerlere yatarsınız, yakıştıramazsınız. Aşkları da masumdur. Adam gibi aşklarını itiraf edememişlerdir. Dünyaya kafa tutanlar, kendi aşklarının itirafında çaresizdirler, utangaçlardır. Tavşan, dağa küsmüş  hesabıdır olanlar…

“ Önümüze dağlar sıralansa da”

      Gençtirler. Delikanlıdırlar. Delikanlılıklarının da doruğundadırlar. Kendilerine ait  tek şeyleri sevdikleridir. Birbirlerinden saklamışlardır. Bilinsin istemezler. Utangaçtırlar. Usul, usul açılırlar. Büyüğü biraz daha cesaretlidir. Hali sezilmez olunur mu ? , suratından hemen belli olur. Sıkıştırılır, şakadan tehdit edilir, küsülür…. Sıkıla, sıkıla söyler,  günlerdir odasına çekilip konuşmalara katılmamasının, çaktırmadan ufak şişesinden kanyağını yudumlamasının nedenini, derdini. Dünyaya yeni bir düzen getirmenin şeklini yöntemini tartışıp bir yol bulmaya çalışanlar, bir yanıyla kendilerine ait olmayan yaşamlarına nasıl bir düzen getireceklerinin hesabını , planını yapamaz olurlar. Ölümle, tutsaklıkla kol kola  yaşarken sevdalandığı ile birlikte bir hayatı düşünmek kolay değildir. Buna soyunduklarında ihanet ediyormuş hissine kapılırlar… 

    “ Sermayem derdimdir, servetim ahım”

   Bir sırrı paylaşmanın yükü ağırdır. En yakınınızdakinin sırrı iki kat daha ağırdır.  Aşk sırrı ise onlarca kere ağırdır. O kadar ağır koşulların arasından bu da nereden çıktı dememek lazım. Sırların en ağırı kişiye özgü olanıdır. Kişinin açıklanan sırlarının onarılması da diğer sırların onarılması gibi kolay değildir. Ağızdan çıkan bir “söz” ömür boyu sürecek bir sırrın başlangıcıdır. Açıklanınca rahatlanır. Derin bir nefesle çekilen sigaranın ardından salınan dumanlar gibi teker, teker kelimeler dökülür. Ciddidir durum. Devrimcilerin aşkı da, sevdası da ciddidir. Mücadeleler ile doldurulacak bir yaşamın her gününe damgasını vuracak sevda,  inanca   olduğu kadar, yar’e dir de.
Bir can yoldaşı kadar, sırdaş da önemlidir. Sırdaş bir güvencedir. Dertleşecek, danışılacak biridir. Çoğu zaman içinden çıkılamayan sorunlar karşısında fikri alınabilecek biridir de. Herkes sırdaş olamaz. Olmanın yazısız kuralları vardır…

      “ Karardıkça bahtım, karalansa da”

   Sevilenler  ulaşılmaz yerdedir. Erişilemeyecek kadar yüksektedir. Ceylan sekişli, ceylan gözlüdürler. Bir beyaz ata binmiş dişi cengaverlerdir. Bir ellerinde kılıç, diğerlerinde arp vardır. Kılıcıyla düşmanlarına vurur, arpın tellerinden çıkardığı sesler ile de sevdiğinin yüreğine. Sevdiğini görünce  duyulan  yürek gümbürtüsü aslında bu tınlamanın yansımasıdır.  Terkisine sevdiğini atıp götüren her zaman  “ esas oğlanlar “ olmaz.  “Atsa da beni terkisine , çekip gitsek uzaklara, dağlar başına” denilerek, yar’dan beklentiler düşlerde ortaya konulur. Gelmez o günler, sadece beklentidir, rüyadır…. O rüya her akşam görülür,  birkaç saniye değil, saatlerce…Düşler sissizdir,  sisler  yüksek dağların başındadır. Çıkılacak dağ, dağların en yüksek olanıdır. Yürek, beden doruklardadır. Sevdanın kanatları taşımıştır.  Dağlar safran rengindedir.  Gündüzleri  baş üzerinde  bulutlar, geceleri yıldızlar  olmalıdır. Bir dağın zirvesinden sınırsız deniz maviliğine bakış insanı  rahatlatmalıdır. Taa uzaklarda Sierra Maestra da olanlara el sallanmalıdır.  İstenen bazen deniz gibi bir gökyüzüdür. Dağlar  çekim merkezleridir.  Salt güneşin doğuşuna bakmak, dağa çıkışın nedeni olamaz mı?   Bir kayanın başında engin ufuklara bakarken, yanında bir sevdiğinin olmasını kim arzulamaz  ki?...

      “ Haydi dolaşayım yüce dağlarda”

  Kış günlerinin dondurucu soğuklarında sarılırlar battaniyelerine. İki, üç örterler üzerlerine. Sevdiğini o gün görmüşse gözler durulmuştur.  Görmemişse dereler gibi  coşkun olurlar, çağlarlar.  Erken gelen karanlık çoğu zaman evde kalış zamanlarını uzatır. Çaylar demlenilir. İnce belli bardakların  yerini, çayları sıkça doldurmamak ve sarınılan battaniyelerin  altından çıkmamak için, büyük ve  kalın  su bardakları almıştır. Sigaradan derin bir soluk alınır, dumanlar havaya gözler ile izlenerek salınır. Yukarıya doğru genişleyerek yayılan dumanların içinde geniş hayaller vardır. Yarına, kavgaya, sevdaya ilişkindir. Emek ve aşk ile güzelleştirilmek istenen bir dünyadır kurgulanan. Aşk emek, emek aşk  istemektedir. Hayalleri ve  olanaksızı gerçekleştirmek, öncelikli olandır…  

     “ Dost beni bıraktı ah ile zarda”

Günler zor günlerdir.  Bir sonraki akşamda aralarından birinin olmayabileceğinin bilincindedirler. Türkünün sözleri söylenmek istenmeyeni dile getirdiği için  onları etkilemiştir. Hangi türkü ardında iz bırakmadı ki ?. Hangi  izler yeni türküler yaratmadı ki ?   Bir yar sevgisi ile bir halk sevgisinin zorlukları arasında fark görmemektedirler. Helalleşmek yoktur kitaplarında. Birbirlerine hakları geçmemiştir, geçmezde. Birbirleri için ne yapsalar azdır. Onlar, birbirlerinin dostlarıdır, sırdaşıdır. Dostluk salt dertleşmek değildir. Aynı evi paylaşmak hiç değil. Birinin parmağına batan bir kıymık diğerlerinin yüreklerine saplanan hançer olur. Susuzluk kadehine ülkenin pınarlarından doldurulanı yudum, yudum içerler sırayla;   damlasını dökmeden…

       “ Ötmek istiyorum viran bağlarda”

    Bedenler  yanardağ ortasındadır.  Kavrulur. Sevda denilince akla ateş gelir. Ateş denilince sevda.  Kanın, isyanın, ateşin, yangının rengi  kırmızıdır. Kan gölüne dönmüştür ortalık. Yangınlar kanlıdır, kanlar yangın. Her tarafa yansır bu kızıllık. Hasret  bunun tuzu biberidir. Yazılan mektupların bir kenarının hafifçe tutuşturulması ve yanığıyla gönderilmesinin nedeni budur. Kaşlar, kirpikler, gözler alevlerin arasından görülür.  Saçlar alev yalımlarıdır.  Yazılan şiirlerde, okunan türkülerde sevda vardır, kavga vardır, isyan vardır. Kavgaya sevda vardır. Gerisi yalandır.  Söylenen türküler umuda, sevdaya, isyana, kavgaya, ayrılığa, hasrete kısacası her şeye uyar. Türküler onlar için yakılmıştır, yakılanlar için  olduğu kadar. Binlerce yıllık türküler, binlerce yılın coşkusunu, isyanını, kavgasını, umudunu anlatır.  Gidilecek yol çok, çok  uzundur…

    “Ayağıma cennet  kiralansa da”

     Anlatıla, anlatıla bitmez bu ev  ve evde kalanlar. Onlarda fazla kalamazlar . Birer, birer ayrılırlar. Ev kendilerinden farklı olmayan  başkalarına bırakılır. Aynı evde olmasalar da ara, ara buluşurlar. Aralarından ikisi birer yıl arayla katledilir. Toprağa düştüklerinde yer, gök titremiştir. Kolay  bir ölüm değildir bu. katledildikleri yerler birbirine uzak değildir, tıpkı yaşadıkları günlerde oldukları gibi. Yüreklere gömüldükleri için her yerde onlara rastlayabilirsiniz.  Kara haber  ağıtlar ile duyulur dört bir yanda.   İkisinde de tek kurşun. Hain tek kurşun. Sevdaya, aşka, isyana,  kavgaya çarpan yürek tek kurşun ile durmuştur. Kurşun binlerce yüreği delmiş, o iki yüreğe saplanmıştır. Yürek çataldır, bir yanı sevda, diğer yanı kavgadır. Yüreğimiz, Hakan’ımız, Şevki’mizdir.
Dostları kurşunları dişleri ile saplandıkları yerlerden çıkarırlar. Ağızları mermi dolu yollarına devam ederken, ozanın sesi usul, usul duyulur;

          “ Bağladım canımı zülfün teline”

      Aradan yıllar geçer. Müzik ile haşır neşir olan iki okul arkadaşı bir araya gelirler. Söz, sözü açar. Kaybettikleri arkadaşlarını anarlar. Onlar ile yaşadıklarını, yediklerini, içtiklerini. Yukarıda anlatılan evde kalanları iyi tanımaktadırlar. Birinin aklına öldürülenlerden birinin çok sevdiği türkü gelir. Ölmeden birkaç gün önce sazını çalarken yanına yanaşmış ve ondan bu türküyü çalmasını istemiştir. Evde birlikte olduğu, o anda birlikte olamadığı arkadaşlarıyla bir arada olamamanın  duygusuyla mıdır, yoksa sevdiğini bir müddettir göremediğinden  midir bilinmez,  dinlemek istemiştir. Saz çalan  ufak bir şaşkınlık geçirir. Karşısındakinin  o ana kadar göstermediği yanını görmenin şaşkınlığıdır bu. Sevinir. Kelebek kanadı parmakları sazın telini titretir usul, usul. Mızrap yürektir.  Sevdiği türküyü dinleyen, gözlerini uzaklara dikmiştir…

        “Dost beni bıraktı elin diline”

      
Öteki “ kalk”  der “ kalk, gidiyoruz.” Devam eder “ Sazını al gidiyoruz”
Diğeri şaşırır “ Nereye?”
“ Mezarlığa, Hakan’a. Ona türküsünü dinleteceğiz”
Bir koşu saz alınır. Uçarcasına mezarlığa gidilir. Hakan onları beklemektedir. Sazın telleri onu, çalanı, dinleyenleri titretir. Mezarlık sessizliğinde usul, usul  yayılır ozanın deyişi; 

 “ Güldün Mahsuni ‘nin berbat haline”
“ Mervanın elinde parelensede”

 

 Hasan Hüseyin Özkan 
22 mayıs 2006
Stockholm                                    
Not: Ümit ve Şafak’a en derin sevgilerimle.

hasan.ozkan@bredband.net



Üye Girişi
Üye - Parola

Haberler
-12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında
-darbelere karşı eylül etkinlikleri başladı
-13 Haziran Ankara Buluşması
-PANEL : Seçimleri Okumak
-150. YILDA SBF<d>DER ETKİNLİKLERİ
Tüm Haberler

Yazarlar
Hasan Hüseyin Özkan
Murat Utkucu
Yunus Işın
Sinan Kasımoğlu
Kumru Başer
Osman Akınhay
Mehmet Ay
Fikret Yakar
İshak Kocabıyık
Handan Koç
Gülseren Karaçizmeli


SBFDER Web © 2008. Her Hakkı Saklıdır. Ana Sayfa |  Hakkımızda |  Fotoğraflar |  Yaşattıklarımız |  Yazılar
Sanat Galerisi |  SBF<d>DER |  Haberler |  Üyeler |  Linkler |  İletişim