Giriş - İletişim |
|
ÇAĞDAŞ SAHNE YILLARI
YA DA ÇAĞDAŞ’ TA BİR BÜNYANLI…
Film adı gibi oldu değil mi? Ama Çağdaş' ta ki günlerimden aklımda kalanları yazmaya başlayınca Bünyan' lı oluşumdan söz etmemek olanaklı değil gibi geldi. Çünkü Bünyan' da yaşadığım son derece kısır ve kısıtlı ortamdan sonra kelimenin tam anlamıyla çağdaş bir ortama girmiş olmak duygusu, kişiliğimde her açıdan çok önemli etkiler yarattı. Gişede, iki kişi yarımşar gün çalışıyoruz. Dersler sabahtan öğleye kadar devam ettiği için, genelde çalışmak için akşam saatlerini tercih ediyorum. İlk başlarda abim ile dönüşümlü olarak çalışıyoruz. O, daha sonra ışıkçılığa terfi edince, yanıma başka bir arkadaş veriyorlar. İlk yıldan sonra da Çağdaş' ın yönetimi artık bana güveniyorlar ve yanıma yardımcı olarak kimi getirsem getireyim tamam diyorlar. Çağdaş' ta çalıştığım yaklaşık 4,5 yıllık dönem içinde, yanımda yardımcı olarak birbirinden ilginç birçok arkadaş çalıştı. Metin, Mehmet Güneş, Müberra, Hayal, Gülsen, Bektaş aklımda kalanlar. Önce adaşım Mehmet Güneş' ten başlamalıyım. Güneş, benim fakülteden sevgili arkadaşım. Antep'li. Aslında o yıllarda herkes gibi ben de kimsenin nereli olduğunu merak etmeme üzerine koşullanmış bulunmama karşın Güneş' in Antep Islahiye'li olduğunu nedense öğrenmişim. Güneş, benden bir iki dönem sonra Fakülteye girmişti. Birlikte çalıştığım arkadaş ayrılınca, hemen aklıma Güneş geliverdi. O'nun da benim gibi tuzunun yaş olması ve kişiliklerimizin biraz benzeşmesi nedeniyle olsa gerek. Güneş benden sonra Çağdaş' ta en uzun çalışan arkadaşım unvanına sahip oluyor, kolaylıkla. Çünkü O' nu da herkes seviyor işyerinde. Zaman zaman duruma göre vardiya değişimi yapıyoruz. Güneş' in akşamcı olacağı bir gün saat 16.30 da gelip gişeyi benden alması gerekiyor. Neyse benim de bir işim var ve sabırsızlanıyorum. Ama Güneş bir türlü zamanında gelemiyor. Çok kızıyorum. Derken Güneş epey bir gecikmeyle geliyor, her zamanki sakinliğiyle. - “Oğlum, nerde kaldın” deyu celalleniyorum ama Güneş kardeşim hiç sakinliğinden taviz vermeye niyetli değil; - “Hiç sorma, dalgınlıkla Aşağı Ayrancı otobüsüne binmişim.” - “Tamam, binmişin de, TRT nin orada inip oradan Tunus Caddesine geçseydin ya” deyu devam ediyorum taarruza ama dedim ya sevgili Güneş kardeşim sakin adamdır. Hiç istifini bozmadan ekliyor. - “Valla haklısın da, yanlış otobüste olduğumun ancak Ayrancı son durakta farkına vardım, mecburen oradan buraya yürüdüm, kusura bakma” deyince Güneş' im, gülmekten yerlere yıkılmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. Şimdiki zamanda Bursa' da avukatlıkla iştigal eyleyen sevgili arkadaşım Güneş' in dalgınlığı ile ilgili bir hoş anı daha. Ankara' da, faşistlerin yaptığı büyük bir katliam sonrasıydı galiba. Okulda da Pol-Der' li polislerin görev yaptığı bir gün faşistlere bir dayak organizasyonu yapılmıştı. Dayak sonrasında organizasyona katılanların cümlesi okulun cümle kapısından Pol-Der' lilerin de yardımıyla kirişi kırarken, polislerin itmesiyle kapının önüne kadar gelen bizim sevgili Güneş, 2. sınıf amfisindeki dersi kaçırmak istemeyince aynen enselenmişti. Daha sonra kendisine polis herkesi okul dışına kovalarken sen nasıl oldu da sınıfta yakalanabildiğini sorduğumda yanıtı aynen; - “Yaa, hiç sorma, kapıya kadar geldim, polis beni tam yakalar gibi yaptığında ben elinden kurtuldum, dış kapı da açıktı ama dışarı çıkıp kaçmak aklıma gelmedi…”
Dışarı çıkmak aklına gelmeyen sevgili Güneş' in aklı, daha sonra Mamak'ta başına gelmişti, doğal olarak. Çağdaş' ta yanıma adam alma olanağım olduğu tarikatta (Bizim Devgenç çevreleri) duyulunca, artık bana adam önermeye başladılar. Bunlardan birisi de Bektaş isimli bir arkadaştı. Bektaş biraz safça ama aynı zamanda da kendisini dehalık düzeyinde tiyatrocu olarak gören tiyatro sevdalısı bir arkadaştı. O dönemde Çağdaş' ın araların da; Köksal Engür, Yusuf Dağüstün, İhsan Sanıvar ve Erdinç Bora gibi isimlerini anımsayamadığım daha birçok değerli tiyatro sanatçısının bulunduğu çok önemli bir tiyatro ekibi vardı. Öncesinde de yönetmen olarak çok değerli tiyatro adamı Yılmaz Onay. Son dönemde de yani 80' e kadar da Ali Taygun birkaç oyun yönetmişti. Bektaş arkadaşımız bir hoş. Sanki kendisini yarım gün gişede bilet satması için değil de, tiyatro eleştirmenliği yapsın deyu almışız. Adam her fırsatta aşağıya salona oyun provasına iniyor. İlk başlarda pek ses çıkarmamışlar ama bizimki işi artık yönetmene akıl vermeye kadar götürünce kendisini münasip bir şekilde gişeye kovalayıvermişler. Bana bir iki kez; -“Şu adamına söyle işini yapsın, karışmasın provaya falan” şeklinde uyarıda bulundular. Kendisine durumu anlatıp, bir şeye karışmaması için tembihte bulundum ama Bektaş kardeşim, içindeki tiyatro cevherinden o kadar emin ki; bir türlü gönlü razı gelmiyor milletin bundan mahrum olmasına ve yine bir gün dayanamayıp gişeyi kapattığı gibi inivermiş aşağı provaya. Gişenin önünde seyirciler bilet almak için bekliyor… Tabi, yine kovalamışlar yukarı. Şikâyetler de ayyuka çıkınca, bizim tiyatro müdürü Savaş' da bizimkine güzel bir haşlama çekmiş ama anlayan kim? Sevgili Bektaş arkadaşım, Savaş' a da gayet sakin ve pişkin bir şekilde cevap yetiştirince olanlar olmuş ve Savaş basmış tekmeyi gişenin 10 milimlik kalın camına. Ben de olayın tam üstüne gelmişim meğer. Gişenin camları kırılmış, her taraf cam kırıklarıyla dolu ve doğal olarak Bektaş arkadaşımızın Çağdaş' ta ki iş yaşamının sonu. Böyle bir olay şimdi herhangi bir işyerinde olsa, beni herhalde o işyerinde bir dakika bile tutmayıp mutlaka şutlarlardı. Çağdaş yönetimi başta müdür Savaş olmak üzere beni işten çıkarmayı hiç düşünmediler, bunu çok iyi biliyorum. Sadece, bana güvendiklerini ve adam alırken daha dikkatli olmamı söylemekle yetindiler. Çağdaş' ta gişeyi paylaştığım ilginç arkadaşlardan birisi de Gülsen ‘ di. Ondan bahsetmesem olmaz. Gülsen, o yıllarda (yani işte 77- 80 dönemi) daha sonra evleneceği şeflerimizden birisinin nişanlısı, tanıyanlar bilir bir miktar deli çoş denilen türden bir arkadaşımızdı. Ben de iyi tanıdığım için ne yalan söyleyeyim biraz gönülsüz davrandım O'nu önermek için ama işin ucunda şefimiz olunca fazla direnmenin mümkün atı yok el mecbur Gülsen' i işe aldık. Gülsen öğleye doğru saat 11.00 de gişeyi açacak ve saat 16.00 da ben gideceğim. İlk sinema seansı 12.15, sonraki seans ta 14.30 olduğu için öğle saatlerinde gişenin mutlaka açık olması gerekiyor. Çünkü bu saatler bilet satışının yoğun olduğu saatler. Ama Gülsen bu durur mu? İlk arızayı 12.00- 13.00 arası gişeyi kapatıp yemeğe giderek çıkardı. Ben; - “Aman Gülsen, yaman Gülsen en yoğun saatte gişe kapatılmaz Gülsen” dediysem de Gülsen; - “İşçilerin 12.00- 13.00 arası yemek molası vermesinin en doğal hakları olduğunu, kendisinin de bir işçi olarak yemek saatinde çalışmaması gerektiğini v.s.” gayet mantıklı bir şekilde açıkladı. Uzun tartışmalardan sonra yemek saatinde gişeyi kapatmamaya razı edebildim ama kurtulabilmek ne mümkün? Haydi, bakalım daha büyük bir arıza daha şöyle ki; tiyatronun fuayesindeki büfe ile salonda yer göstericilik ve aynı zamanda tiyatronun temizliğini yapan, serseri mayın ve şarapçı türünden üç beş kişi var. Bunlar da düzenli istikrarlı çalışan insanlar olmadığından sürekli değişiyorlar. Şimdi, biz devrimciyiz ya, devrimciler de her yerde devrimcidirler biliyorsunuz. Dağda, bayırda, şehirde, kırda, ovada falan… Bu çocuklar da işçi. İşçileri de sendikalı yapmak her devrimcinin asli görevlerinden olduğu da aşikâr bir durum olduğuna göre; bir devrimci olarak Gülsen arkadaşıma da doğal olarak bu gariban işçileri sendikalı yapmak düşüyor. Gülsen epey uğraştı bu görevi başarmak için ve beni de (bu garibanları sendikalı yapmanın vatana millete bir faidesinin olup olmadığı konusunda kuşkulu olduğum için) epey uğraştırdı ama sonuçta bu devrimci görevi başaramadı. Nasıl oldu da işten ayrıldı, şimdi pek hatırlamıyorum ama O'nun ayrılmasıyla derin bir nefes aldığımı itiraf etmek durumundayım. 12 Eylül sonrasında emniyet (DAL) işkencelerinden geçip, bir süre de birçoğumuz gibi Mamak' ta epeyce sıkıntı çeken, özünde tertemiz bir arkadaştı, ne diyeyim? Çağdaş Sahne deyince laf lafı açıyor. Devam edelim bakalım… Çağdaş, ortakları ve sermayesi belli olan bir Limited şirket olmasına karşın, hiç de ticari bir şirket gibi yönetilmiyordu. Zaten, 12 Eylül'le birlikte hemen batıverdi. İşin içinde sosyalistlik olduğundan tiyatroyu, tüm çalışanların katıldığı (gişeciler, ışıkçılar dâhil) bir seçimle göreve gelen 3 kişilik yönetim kurulu yönetiyordu. İçlerinden birisi müdür oluyordu. Aslında bir patronu da vardı ama patron doğrudan tiyatronun yönetimine katılmıyordu. Tiyatro dediysem lafın gelişi. Çağdaş'ta tiyatronun dışında düzenli olarak sinema gösterileri, haftada iki akşam Sinematek gösterimleri (Sinematek' in o zamanki yöneticisi de meşhur döneklerimizden Sinan Çetin' di), Salih Kalyon abinin Ankara Çocuk Tiyatrosunun hafta sonundaki oyunları, ayda bir kez başta Ruhi su olmak üzere çok değerli sanatçıların resitalleri, açık oturumlar, paneller gibi çok çeşitli etkinlikler yapılırdı. Günümüzde eşi benzeri bulunmayan efsane bir sanat ortamıydı desem sanıyorum abartmış olmam. Her ay düzenli olarak gözaltına alınan, sıkıyönetim başlar başlamaz da Mamak' taki güzel tesislerin müdavimi olan ve ol nedenle saçları genellikle 3 numara yani kel bir vaziyette işe gelen benim gibi bir tipe katlanabilmeleri bile, benim için efsane sayılmasına yeterli neden olsa gerek… Düşünsenize ortalamaya vursak neredeyse ayın en az bir haftasında içeride olan birisini her seferinde müthiş bir hoşgörüyle işe kabul edip bir de üstüne üstlük birikmiş haftalıklarını da ödeyecek kadar demokrat bir işvereni bırakın Türkiye' de, dünyada bile bulmak zordur diye düşünüyorum şimdi. (Bu, kafa kel durumlarını ileride ayrıntılı olarak anlatacağım, inşallah) Patronumuz, o zamanlar CHP Kadın Kollarının Başkanı olan Güler Gürpınar' ın oğlu olan ve bir dönem o yağ kıtlığı günlerinde, yağ dağıtımı yapan Tarko' nun da başkanlığını da yaptığı için Ecevit' in pırlanta bürokrat olarak nitelediği Aydın Gürpınar' dı. Aydın Abi, ODTÜ mezunu, son derece birikimli, gerçekten entellektüel ve demokrat bir kişiliğe sahipti. Tahmin edileceği gibi pek de patronlukla ilgisi yoktu ama şirketin büyük ortağı olduğu için adı patrondu. Dolayısıyla biz de klasik olarak işçi gibi çalışmıyorduk. Örneğin, sıkıyönetim türlü çeşitli vesilelerle tiyatroyu kapatırdı ve bu kapatmalar sonrasındaki açılışlarda genellikle temizliği de yapan teşrifatçılar piyasada olmazdı ve bu nedenle tiyatronun tuvaletleri dâhil her yerini, oyuncu arkadaşlarla birlikte, canla başla bizzat temizlerdik ve bundan da hiç gocunmazdık. Çünkü kendimizi Çağdaş' ın sahibi gibi görürdük. Aydın Abi' nin nasıl bir patron olduğuna küçük bir örnek vermek istiyorum. Yemeğe genellikle Tunalı Hilmi Caddesindeki Kebap 49' a giderdik. O' da, sevgili eşi Feryal Abla ile birlikte aynı yere giderdi. Eğer 49' da patron ve eşi yemek yiyorsa, teklifsizce masalarına oturup, canım ne istiyorsa yiyebilecek kadar rahattım. Zaten gidip oturmasam kendileri de mutlaka masalarına çağırırlardı. Şimdi, 12 Eylül sonrasında iş hayatına atılıp zengin olan bizim eski hızlı devrimci arkadaşlarımızdan bazılarının patronluğu aklıma geliyor da… Aman aman, halim yaman… Yukarıda da bahsettiğim gibi, Aydın Abi aynı zamanda TARKO' nun da başkanıydı. Sayesinde, o yağ kıtlığı günlerinde eşe dosta epey yağ dağıtımı yaptım. Benim Kayseri liliğin sadece kafa kâğıdında yazan bir kelimeden ibaret olduğunun bir kanıtı da işte bu olay. Elinde böyle bir olanak var, biraz karaborsaya girip para kazansan ne olur yani birader! Nerde bizde o kafa… Vermemiş mabut neylesin Mahmut. ( doğru yazdım mı bilmiyorum ama?) Çağdaş' ta çok güzel konserler olurdu. Ruhi Su, Timur Selçuk ( o zamanlar daha hidayete ermemişti, Piyanosuyla büyük bir coşku içinde verdiği resitallerinde salon hınca hınç dolardı.), Selda, Rahmi Saltuk, Tülin Nutku, Feyzullah Çınar gibi. Dönemin çok sevilen sanatçıların konserleri dolup dolup taşardı. Az da olsa yabancı sanatçıların konser verdiği olurdu. Örneğin, bir İngiliz Lavta grubunun ilginç bir konseri olmuştu. Tabi, bizim Ud'a benzeyen Lavta' yı ilk kez duyup gördüğümü söylememe gerek yok. Bu konserler içinde, bende iz bırakan Ruhi Su ile o zamanlar “Buğday' ın Türküsü” isimli ilk albümleriyle piyasaya çıkan Yeni Türkü' nün grup olarak verdikleri ilk konserlerinden söz etmek isterim. Yeni Türkü' yü bildiğim kadarı ile doktor olan Zerrin-Selim Atakan çifti ile Derya Köroğlu kurmuştu ve Ankara' lı amatör bir grup olarak değişik ve güzel bir albüm çıkarmışlardı, o günlerin deyimi ile Long Play yani LP. Bizim müdür Savaş' la da iyi tanışıyorlar. Tanıtımlarına destek olsun babından bir ilk konser düzenleniyor. Ses düzenini abim Ali Ay kuruyor, salon zaten bedava. Biletleri ben satıyorum ama konser günü geldiğinde, salonun neredeyse yarısı hala boş durumda. Yeni Türkü' cülerin morali bozulmasın diye, hemen ulaşabildiğimiz fakülte derneklerindeki arkadaşlara haber salıyoruz da, konser saati geldiğinde ucu ucuna da olsa 500 kişilik salonu doldurabiliyoruz. Konser akşamı kendimi boşa çıkartıp hem Ali Ay' a yardımcı oluyorum, hem de sanatçıların provalarını yakından izliyorum. Grubun ilk solisti Zerrin Atakan, son derece zarif bir hanım ve çok güzel sesi var. Elinde sürahiye bir benzer bir şey taşıyor ve sürekli kapağıyla bir şeyler içiyor. Merak edip soruyorum; - “Ablacığım, kusura bakmayın merak ettim, elinizdeki bu nesnenin içinde ne var ?” Kadıncağız gülümsüyor;
- “Çay termosu” diyor “Boğazım kurumasın diye sıcak çay içiyorum, size de ikram ederdim ama üzgünüm kalmadı” deyince, utanıyorum cahilliğimden. İşe bak, Bünyan' dan yeni gelmiş bir genç olarak “ termos” tan bile haberim yok.. Çağdaş' ta çalışmaya başlayalı daha 2- 3 ay olmuş. Etkinlik programlarında her ay mutlaka, o günlerin önemli sanatçılarından birisinin resitali oluyor. Ve işte büyük sürpriz; Ruhi Su resitali… Sanıyorum konser 1977 Şubatında olmuştu. Biletler 1 ay öncede satışa çıkıyor ve hemen ilk 10 gün içinde hapsi satılıyor doğal olarak. Ama, ben 8- 10 kişilik yeri satmıyorum, yönetimin talimatı öyle çünkü. Çok sevdiğim bu büyük sanatçının konser biletlerini satıyor olmaktan son derece gurur duyuyorum ve büyük bir heyecanla konser gününü bekliyorum. Konser gününe bir hafta kalmış, derken bir kızcağız musallat oluyor başıma. Her gün ama her gün iş çıkışında düzenli olarak uğruyor ve benimle en az bir saat bilet kavgası yapıyor… Ben de nedense çok katıyım ve ısrarla bilet hiç kalmadı diyorum ama O da hiç yılmadan mücadeleye devam ediyor. Laf aramızda benim ki de manyaklık işte, şimdiki aklım olsa hiç öyle direnir miyim kızcağıza. ( Aman, bunu Ayten duymasın, laf aramızda dedik ya.) Konsere bir gün kalmış ve yine bizim kızcağız iş çıkışı gelmiş, başımda cır cıra devam. Yok, Ruhi Su' yu çok seviyormuş, mutlaka bu konseri izlemeliymiş de, yok çalıştığı kamu kurumundaki şefi faşistmiş ama buna rağmen bin bir güçlükle izin alıp buraya bilet için geliyormuş da, falan filan. Bana hiç bu numaralar söker mi? Kahramanlar gibi direniyorum ve bilet milet vermiyorum işte, dedim ya manyaklığın daniskası benimkisi. Halbuki ver bir bilet sempati kazan, hayır duasını al, artık ne olursa. Biz böyle kızla karşılıklı nizah içindeyken ufak tefek, yaşlı, tonton bir adam geldi ve biraz bizi izledikten sonra yaklaştı ve - “Evladım ben Ruhi Su” deyiverdi. - “Yöneticiler buradalar mı?” Benim şaşkınlıktan ve heyecandan bir anda dilim tutuldu. Zaten konuşma özürlüyüm. Ruhi babayı hep, sesiyle doğru orantılı olarak şöyle iri yarı ve babayiğit birisi olarak hayal ettiğimden; böyle ufak tefek bir yaşlı adamı görünce şaşkınlığım daha arttı tabi. Şaşkınlığım üzerimden atar atmaz hemen yerimden fırladım ve - “Efendim hoş geldiniz, buyurun ben sizi içeriye alayım”
Demeyi başardıktan sonra kendisini içeri, müdür odasına oturttum ve çay söyledim. Ruhi Baba, bir yarım saat kadar sonra çıktığında benim meşhur dişi belanın hala yanımdan ayrılmamış olduğunu görünce; - “Eh artık hanımefendiye bir bilet verin”
Şeklinde emir buyurunca, bana da zula da tuttuğum yerlerden birini kıza vermekten başka çare kalmamış oldu. Böylece, büyük sanatçı Ruhi Baba ile ilk ve son kez tanışma fırsatı bulmuş oldum. Ertesi gün yani konserin olacağı gün, hayatımda ilk kez bir sanatçının hem de benim için bir efsane olan Ruhi Babanın ses provasını izleme olanağım oldu. Kayseri' nin Bünyan' ından yeni gelmiş benim gibi yarı köylü bir genç için unutulmayacak bir olay. Ruhi Su, orada bulunanlarla birlikte beni de salonun değişik yerlerine yönlendiriyor ve sesin net olarak duyulup duyulmadığın test ediyor uzun uzun. Daha sonra ışıkların kullanılmasına ilişkin talimatlar veriyor. O zamanlar Ankara' da en ses düzeni meşhur Zenger' de bulunduğu için oradan ses düzeni getirtilmiş. Ses sisteminin bütün ayarlarını ince ince yaptırdıktan sonra ses teknisyenini yanına çağırıyor ve yanında aynen hazır ol durumundaki ses teknisyenine; - “Evladım, bütün ses ayarlarını yaz” diye emrediyor. Adam;
- “Efendim, ben sistemi aynen kapatıp hiç dokunmadan akşam açarım” diyorsa da Ruhi Baba olağanüstü titiz bu konuda da; - “Hayır, evladım” diyor. “Sen mutlaka tek tek bütün ses ayarlarını yaz” diye ısrar edince; teknisyen el mecbur tek tek bütün ses ayarlarını yazıyor ve gösteriyor. Ve provanın akşamında, ilk kez ve büyük bir heyecan içinde izlediğim o müthiş konseri gözyaşları içinde bitirdiğimi anlatmama gerek yok sanırım.
O zamanlar Ankara' da bu kadar güzel sinema salonu ve doğru düzgün film gösteren yer de pek yoktu. Çoğu sinema da genellikle iki film, üç film birden devamlı ve arada erotik film parçalı kıytırıktan filmler gösteriliyordu. Böyle olunca Çağdaş' ta gösterilen kaliteli filmler dolup taşıyor. Örneğin Yılmaz Güney' in Sürü filmini hatırlıyorum aylarca kapalı gişe oynamıştı. Bu nedenle çok ünlü insanlar da bazen film seyretmek için geliyordu. Bunlardan en renkli isimlerden birisi de rahmetli sanat güneşimizdi… Bir gün yanında 5- 6 tane insan irisi, esmer pos bıyıklı, artık koruma mıdır, nedir bilinmez vatandaşla birlikte ekip olarak şereflendiriyor sinemamızı. Fakat adamlar geride kalıyor tek başına bizzat kendisi bilet almaya geliyor. Benim de çakallığım tutuyor işte, soruyorum; - “Efendim hoş geldiniz, nasıl bir yer arzu ederdiniz” şeklinde kibarlaşıveriyorum. —“Sakin bir yer olursa memnun olurum efendim” diyor. Adam… Neyse işte gerçekten çok kibardı. Bu minval üzere kısa bir hasbıhalden sonra satıyorum biletleri kendisine. Sonradan durumu yönetime anlatınca; — “Böyle bir büyük sanatçı sinemamıza gelmiş sen de para almışsın” diye dalga geçiyorlar benimle. Şakası bir yana, gerçekten sonradan pişman oluyorum Zeki Müren' e davetiye vermediğim için. Dedim ya, çakallığım tuttu işte. Çağdaş' taki etkinliklerin birisi de Ankara Sinematek Derneği idi. Hafta iki gün, Salı ve Perşembe akşamları orijinal film gösterimleri olurdu. Filmler genellikle Doğu Bloku ve 3. Dünya ülkelerinin Ankara' da ki elçiliklerinden ücretsiz olarak sağlanırdı ve sansürsüz olarak sadece dernek üyelerine ufak bir ücret karşılığında gösterilirdi, üye olmayan kimse alınmazdı. 12 Eylül darbesine kadar; meşhur Potemkin Zırhlısı, Sıradan Faşizm, Lenin' in yaşamını anlatan filmler gibi… Sosyalist Ülkelerin ve dünya sinemasının çok önemli filmleri gösterildi. Bazılarını seyretmeye çalıştım, çalıştım diyorum çünkü filmler ya İngilizce ya da İngilizce alt yazılı olduğu için, ancak yabancı dil bilenler rahatlıkla izleyebiliyordu. Ben de, dil bilen arkadaşların yanında giriyordum bazen. Ama adam film mi seyretsin yoksa bana simültane mi yapsın. Ol nedenle benim gibi İngilizce fakirleri için izlemesi biraz zor oluyordu. Derneğin başkanını falan şimdi pek hatırlamıyorum ama benim çalışmaya başladığımda Sinematek' in işlerini fiilen, şimdiki zamanda meşhur ve ilginç bir sinemacı olan Sinan Çetin yürütüyordu. O zamanlar, Sinematek' in dışında fotoğraf ve grafikle uğraşırdı, aklımda kaldığı kadar. O yıllardan elimde kalan tek fotoğraf da Sinan'ın, fuaye de asılmak üzere herkesin resmini çekerken benimkini de çektiği, siyah beyaz fotoğraftır. Her nasılsa o resmim kaybolmamış, Ali Ay güzel bir çerçeve yaptı da, evde duvara astım. (Çağdaş' da ki demokrasinin adına yakışır, olumlu bir örneği de buydu. Özel tiyatrolarda fuayede sadece oyuncuların fotoğrafları asılırken; bizde hiç ayrım yapmadan çalışan herkesin fotoğrafı fuayede asılırdı.) Tabi, Sinan o zaman bu kadar meşhur değildi. Bana göre şimdiki zamandaki durumuyla ilgili ipucu verme anlamında bir miktar uçukluğu vardı ama en azından kendisini Dev-Genç' li olarak tanımlardı. Bizim devrimci gecelerin afişlerini falan yazardı, kalın ispirtolu kalemlerle. Bir de Sinan' la ilgili aklımda kalan, o yıllardaki TKP legal gençlik örgütü olan İGD nin (İlerici Gençler Derneği) “ge” sini “Ga” diye, tabi İKD yi de “i ka de” diye okurdu da, çok gülerdik. Sinematek işinden Sinan ayrıldığında sanıyorum 1979 yılı falandı. Yerine, Aydın Ener isminde, ufak tefek ak saçlı ve de güler yüzlü bir amcamız gelip işbaşı yaptı. Aydın Bey o kadar ilginç ve bir o kadar da komik bir insandı ki, anlatılması çok zor… Zor da olsa Biraz anlatmaya çalışayım dilim döndüğünce, ne de olsa ben zor görevlerin adamıyım canım. Aydın Bey, nereden geldi, nasıl geldi, kim tavsiye etti de O' nu kim işe aldı gibi soruların yanıtlarını o tarihlerde de bilmiyordum, şimdi haydi haydi bilmiyorum. Ben bilmiyorum, bilen var mıydı orası meçhul. Hakkında bilinebilen; uzun yıllar Norveç' de yaşamış, yaşamış ta ne iş yapmış? Evli miymiş veya hiç evlenmemiş mi? Çoluğu çocuğu var mı onlar da meçhul. Sorunca bir şeyler anlatıyor ama her defasında farklı ve karışık hikâyeler ki anlayabilene aşk olsun. Çok garip, aynı zamanda da kibar bir adamdı. O kadar kibar ki; sizli, bizli, beyli meyli konuşmayı hiç sevmeyen bendeniz bile herkes gibi kendisine “ Aydın Bey” şeklinde hitap ediyorum, gayri ihtiyari bir şekilde. Öyle ki; bir ara tiyatro yönetiminde bulunan Erdinç Bora, bir keresinde Aydın Bey' in muhabbetinden iyice sıkılıp, bunaldığı bir anda; -“Eeee artık ananızın bilmem neyi Aydın Bey” deyivermişti de, söverken bile saygıyı elden bırakmıyor diye gülmekten yıkılmıştı herkes. Hakkında doğru düzgün bir bilgimiz yoktu ama istisnasız herkes tarafından seviliyordu. Çok sıkıldığı zamanlarda “Ahh memleketim” çekiyor, memleketini merak eden birisi boş bulunup da; o meşhur memleket sorusunu yöneltince de kısaca ve en sakin tavrıyla; - “Norveç” deyince karşısındakinin şaşkınlığı bizi gülmekten yerlere yatırıyordu. Film almak için hep elçiliklere girip çıktığı için, oralardaki kültür ataşeleriyle arası çok iyiydi. Bu nedenle ödünç verdikleri filmlerin yanında bizimkine kasa kasa içkiler hediye ediliyordu. O da sağ olsun, köyden yarın gelmiş durumunda olduğum için benim içki kültürü edinmeme, arada bir şişelerin kapaklarıyla sunduğu kapaklama şeklindeki içkilerle, yardımcı oluyordu. Tabi, bunları bizim Cebeci' deki Dev-Genç tayfasına ve Ali Ay' a söylemiyordum korkumdan. Neme lazım, bir iki kapak içki yüzünden aforozlanmak var işin ucunda. Maaşlar haftalık olarak ödenirdi ve oyuncular da oyun olduğu zamanlarda yevmiye alırlardı. Ben de, tiyatro müdürünün talimatı ile millete makbuz imzalatarak söylenen avansları gişeden öderdim. Aydın Bey' in günlük 100 lira maaş avansı alma hakkı vardı sanıyorum. Ama öğle vakti aldığı günlük istihkakını akşama kadar bitiren Aydın Bey' in avans tacizlerinden kurtulmak ne mümkün? Her gün ikinci kez avans almak için türlü numaralar çeviriyor, ben de kasada para varsa genellikle Aydın Bey' i üzmemeye çalışıyorum. Yine avansı bitirip akşam vakti yolsuz kaldığı bir gün son derece yaratıcı bir hikâye uydurmuştu, benim devrimci olduğumu bildiği için; - “Memetciğim, şu yandaki pub var ya” dedi. Çağdaş' ın yanında loş ışıklı bir Pub vardı. - “Evet, Aydın Bey” - “Faşistler oraya girip çıkmaya başlamışlar, orayı üs edinip bize saldırı hazırlığı içindelermiş, en iyisi ben akşam orayı bir kolaçan edeyim” diyor. - “Gidin tabii Aydın Bey, iyi olur” diyorum. Esas mevzuyu anlamazlıktan gelerek. - “Tamam, da orada mecburen bir şeyler içmek lazım bende de para bitti, sen bana biraz avans ver” diyor.
Aydın Bey' in görevi çok ciddi, istihbarat yapacak, etrafımızı faşistler sarmışken üç kuruş avansın lafı mı olur? Ben de numarayı yutup veriyorum avansı, ertesi gün yiyeceğim fırçayı göze alarak. Aydın Bey, sonra geldiği gibi tuhaf bir şekilde birden ortadan yok oluverdi. Memleketi Norveç' e mi gitti, ne oldu bilinmez… Dediğim gibi, 80 öncesi dönemdeki Çağdaş Sahne gibi bir sanat ortamı; Türkiye' de veya (haydi biraz ukalalık olsun) Avrupa'da bulunabilir mi, bilemiyorum. Belki o günlerin siyasi ve kültürel ortamından doğan bir gereksinime karşılık geliyordu, sanırım. Salon olanakları yönünden birazcık Devrimci Yol' a torpil yapılmasıyla birlikte; Aydınlıkçılar dışında hemen bütün siyasi hareketlere bu olanak sunulmaya çalışılıyordu, dürüst olarak. Örneğin, kapı girişinin bir tarafına büyükçe tahta bir pano yerleştirilmişti, sırf sol gruplar duyuru ve afişlerini buraya asabilsinler diye. (Tabi önceden gelip usulünce izin almak koşuluyla.) Biraz da zorunlu kalınmıştı böyle bir uygulama yapmaya; öbür türlü bütün sol gruplar gelip duyuru ve afişlerini binanın içine gelişigüzel asmak istiyorlar bu da, kendi etkinlik duyurularını gölgede bırakan çok çirkin bir görüntüye yol açıyordu. Bu durum, herkese açık olan ve aynı zamanda para da kazanmak zorunda olan bir sanat ortamına yakışmıyordu. Bu konuda bir kaç küçük tatsızlık çıksa da, genel olarak olay çok büyümeden çözümlenebiliyor ve arada aykırılıklar olmakla birlikte, bütün sol gruplar da kurala uyuyordu. Bu durumun bir istisnası; sanıyorum 78 sonu veya 79 başlarında, TİP- TKP koalisyonu bir darbeyle tiyatro yönetimini ele geçirince Devrimci Yol afiş ve duyurularına ambargo koymaya kalkmışlardı, ne gereği varsa. Bunun üzerine, benim de çalışmadığım bir gün bir grup gelip kasıtlı olarak o güne kadar hiçbir şekilde duyuru asılmamış olan tiyatro fuayesine bir duyuru asmışlar ve geride beklemeye başlamışlar. Darbeci yönetimde yer alan şimdilerde bazı tv dizilerinde de rol alan oyuncu Metin sövüp sayaraktan duyuruyu tam sökerken, geride bekleyen bir vatandaşın, böğrüne siyah sert bir cisim (neyse artık) dayayınca;
—Afişin de kenarları iyi yapışmamış, düzeltelim bari” diyerekten; söktüğü bölümü yeniden yapıştırıvermek suretiyle ani bir davranış değişikliğine girdiği rivayet edilmişti. Eee, adam ne de olsa tiyatrocu, kıvrak. Çağdaş, salonunu uygun zamanlarda sol grupların gece etkinliklerine kiraya veriyordu. Gece, deyince açıklayalım. Yine o eski zamanlarda devrimci, sol öğrenci grupları dayanışma geceleri düzenlerlerdi. Bu gecelerde birkaç halk ozanı, işte bir folklor grubu ve bir iki konuşma olur. Hem kültürel bir etkinlik yapılmış, hem de biraz gelir elde edilmiş olurdu. Bu gecelerin değişmez sanatçı kadrosunda benim eski arkadaşım meşhur Ali Asker' le birlikte, Hüseyin Türkoğlu, Sadık Gürbüz, Selda Bağcan işte İsmail İpek gibi genellikle tek bağlama veya müzik aletiyle çalıp söyleyebilen sanatçılar olurdu. Halkevleri gibi, devrimci Sendikalar gibi ekonomik gücü daha iyi olan demokratik kitle örgütlerinin gecelerine Timur Selçuk, Cem Karaca ve nadiren de olsa Ruhi Su katılırdı. ( Benim rahmetli Yusuf Dağüstün abim de bu gecelere bazen katılır, gürül gürül türküler söylerdi) Öğrenci derneklerinin düzenlediği bu geceler ilk başlarda biraz özenli ve düzenliydiler. Ama giderek bunlar sadece ve sadece gelir elde etmenin basit birer aracı haline geldiler ve ne yazık ki geceye katılan sanatçıların istismarına kadar işi götürdüler. Bir defasında, Beşevler' deki okullardan birisinin öğrenci derneğinin gecesiydi galiba, söylediği türküleri bir şeye benzemeyen, gariban bir halk ozanına gecenin sonunda parasını ödeme sözü veren devrimci arkadaşımız, benim uyarılarıma da kulak asmayarak daha gece bitmeden salondan tüymüştü. Kulisten elinde sazı ile gelen adamın çaresiz ve acıklı halini hiç unutamam. Elimden bir şey gelememesinin utancını duymuştum, sanki adamın parasını vermeden kaçan benmişim gibi. Çalışmaya başladığım ilk yıl yani 76 sonu ve 77 kış aylarında, Ankara' daki hemen bütün okullar faşist saldırılar nedeniyle üniversite senatolarının kararıyla kapalıydı. ODTÜ de de meşhur Hasan Tan adındaki sağcı bir rektör öğrencilerle, dolayısıyla da öğrencilerin üniversitedeki çatı örgütü olan ÖTK (Öğrenci Temsilcileri Konseyi) ile savaş halindeydi. ÖTK, ODTÜ deki Hasan Tan' ın gerici uygulamalarını öğrenci mücadelesini anlatan, aklımda kaldığı kadar “Gelin Görün” isimli bir sahne gösterisiyle, ODTÜ deki demokratik mücadeleye kamuoyunun büyük ilgisini toplamıştı. Çağdaş, yaza kadar sahnesini ve salonunu, ücretsiz olarak ODTÜ Oyuncularına verdiğinden; özellikle sanat kültür işleriyle uğraşan ODTÜ' lülerin büyük çoğunluğuyla çok güzel dostluklar kurmuştum. Sonrasında o günlerin hay huyu içinde herkes bir yerlere dağıldığından, işte hayal meyal bir kaçını hatırlayabildiğim; benim gibi “gişecilik” yapan Birgül ile birlikte gösterinin yöneticiliğini yapan Osman ve Babacan isimli, kendisi çok zayıf ama 49' a oturunca en az iki üç porsiyon götüren arkadaş vardı. Efendim, bendeniz lise yıllarımdan beri tiyatrocu takımına karşı büyük bir sempati ve aynı zamanda da merak duymuşumdur. Bilindiği üzere çok, çook eski zamanlarda, Ankara ve İstanbul' da konuşlanmış olan özel tiyatro gruplarının hemen hepsi, uzun Anadolu turnelerine çıkarlardı. Bizim memlekete de yılda ne bileyim, en az 4- 5 tiyatro oyunu gelirdi. Çoluk çocuk, yaşlı genç, sağcı solcu pek fark etmez, doldururduk Sümerbank' ın salonunu. Ön tarafa aileler, bekârlar arka tarafa. (haremlik, selamlık saçmalıkları da yoktu) İşte, böyle bir ortamdan gelip Ankara' da tiyatrocuların tam içine düşmek benim için başka bir yenilik ve tabii ki ayrı bir mutluluk kaynağı olmuştu. Tiyatrocuların içine, (gişede bilet sataraktan da olsa) girmiş olmaktan dolayı gark olduğum mutluluk kısa bir süre sonra şaşkınlığa dönüşüyor. Neden diyeceksiniz. Ne! demiyor musunuz? Canım, uzatmayın deyiverin işte. Ben nasıl olsa devam edeceğim, sonuçta. Şimdi, bu tiyatrocu taifesi kadar ilginç insan topluluğu zor bulunur her halde? Belki de sanatçı olmak böyle bir şey kim bilir? İlk başladığımda meşhur “Grev” oyunu vardı. Epeyce oynanan bu oyundan sonra Yönetmenle birlikte yönetim yeni bir oyun sahnelemeye karar verdiler. Sanıyorum Rus yazar Gladskov' un Fabrika/Çimento isimli romanından aynı isimle uyarlanmıştı. Kadro epey kalabalıktı. Kadınlı erkekli birçok yeni oyuncu geldi. Bir kısmı eskiden tanışıyor, bir kısmı da daha önceden birbirlerini hiç tanımıyorlar. Neyse efendim, önce okuma provaları başlıyor. Yönetmen herkese oyun tekstini dağıtıyor. (Şimdiki gibi bilgisayar teknolojisi bulunmadığından oyun metni teksir makinesi ile çoğaltılıyor. Bu, teksir makinesi denilen şey de çok faydalı bir aletti, bilenler bilir.) Kabaca bir rol dağıtımı yapılıyor ve başlıyor okuma provaları. Herkes birbiriyle müthiş bir dostluk, arkadaşlık içinde, birlik beraberlik ve dayanışma duyguları içinde provalar devam ediyor. Daha sonra rol dağıtımı netleşiyor ve kostümsüz sahne provaları başlıyor, arkadaşlık yine dorukta. Millet birbirini o kadar çok seviyor ki, dışarıdan bakan bizler bu dostluk ortamı karşısında duygulanmaktan kendimizi alamıyoruz. Efendim, derken oyunlar başlıyor ve oyunlarla birlikte tiyatrocuların kulis macerası başlıyor. İşte ne oluyorsa bu kuliste oluyor. Tılsım bozuluyor. Önce, ufaktan kişisel gıcıklaşmalar başlıyor, bu gıcıklaşmalar giderek kavgalara dönüşüyor ve sezon daha bitmeden, ortada arkadaşlıktan, dostluktan en ufak bir eser bile kalmıyor. Ne kadar oyuncu varsa, o kadar klik, grup, fraksiyon… Artık adına ne derseniz deyin. Tuhaf ki ne tuhaf. Hele, sezon bitmeye yakın birbirine selam veren yok. Sonra, tiyatrocularda dikkatimi halatla çeken bir şeyi fark ediyorum. Bilmiyorum katılır mısınız? Adamlar veya kadınlar kendileriyle ters kişilikte olan karakterleri oynamakta son derece başarılılar, nedense. Günlük yaşamda son derece hırt olan birisi, sahnede iyi huylu ve yardımsever bir karakteri çok rahat bir şekilde canlandırıyor. Veya tersi. Bunun dışında, sahnede her tür rolü dâhiyane denebilecek bir başarı ile oynayan ve gerçekten çok büyük oyuncular, gerçek yaşamda ne kadar küçük, ne kadar basit ve ne kadar kişiliksiz bir insan olabiliyorlar. Ve bir özellikleri daha çok vefasızlar, bilmiyorum bu belki de tüm sanatçılara genellenebilecek bir özellik. Tanıdığım tiyatrocular içinde vefalı insan, binde bir. Hani, Hüsamettin Özkan' dı galiba söyleyen Vefa İstanbul' da bir semtin adıymış diye… Bunlar için aynen öyle. Anlaşılmaz bir şey. Bütün bunlar beni gerçekten çok şaşırtıyor. Bendeniz cennet kuşu (cehennem desem daha mı doğru olurdu) yani sıradan bir insan olarak; geçmişte zatıma yapılan kötülükleri çok rahat unutabiliyorum veya kin duymazken gördüğüm hiçbir iyiliği unutmuyorum. Ama bu güruh tam tersi… İyilikleri çabuk unutup, kötülüğü hiç mi hiç unutmuyorlar. Neyse, bırakalım bunları. Belki bu olumsuz nitelikler başka meslek ortamlarında da vardır. Hele, bizim solcu takımındaki sevgisizliği düşünürsek, tiyatrocuları hoş görebiliriz. Hiç olmazsa, sonuçta ortaya iyi kötü bir oyun çıkarıp insanlara sunuyorlar. Tiyatro izlemeyi çok sevmekle birlikte, provaları izlemek çok daha zevkli ve neşeli ve çoğu zaman da komik geliyor bana. Ve fırsat buldukça provaları hiç kaçırmıyorum, Çağdaş' ta. İki yönetmen tanıdım, çalıştığım süre içinde. İlki Yılmaz Onay' dı, ikincisi de Ali Taygun. Sanırım 3 veya 4 oyun sahnelediler, ben hepsinin de provalarının büyük bölümünü, büyük bir merakla izledim, oyunları da tabii. Ama provalar… Dediğim gibi başkaydı. Özellikle Yılmaz Onay' ın hareketleri çok komikti. Düşünün, 1.30 boyunda, kafa kel, kalın gözlüklü ve kalın bıyıklı ufak tefek bir adam. Bir elinde hiç eksik olmayan piposu, hep ağzında; diğer eliyle de sürekli kelini kaşıyarak provayı sakin sakin izlerken, birden zıplamaya ve bağırmaya başlıyor, yanlışını gördüğü oyuncuya; - “Oyununu alsana kardeşim, al oyununu!” Oyuncudan istediği oyunu alamayınca bu defa; - “Alsana oyununu, niye oynamıyorsun eşşoğlueşek !” Oyuncu da kelli felli koskoca adam ama dönüp “ulan sen kime eşşoğlueşek diyorsun” deyu efelendiği falan da yok. Gayet sakin devam ediyor oyununa.
Provalar bitip oyun sergilenmeye başlayınca, bu kez denk geldikçe akşamları aynı oyunu yeniden izlemesi de başka eğlence oluyor. Oyun aynı oyun olsa da, aslında her akşam başka bir oyun izleniyor. (Yani, Das Kapital' i okuyamamış olsak da, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu biliyoruz canım) Çünkü bizim oyuncu taifesi her akşam farklı oynuyor aslında. Birkaç kez izleyince, yaptıkları hataları, sahnede birbirlerine karşı oyun içinde oynadıkları ufak oyunları da fark etmeye başlıyorum. Bütün bunlar oldukça eğlenceli geliyor. “ Çimento” isimli Rus bir yazarın oyunu vardı, yazarın adını şimdi hatırlamıyorum. (aslında insan yaşlanınca eskileri daha iyi hatırlar derler ama demek ki ben o denli yaşlanmamışım şeklinde ufak yollu bir teselli yapabiliriz burada, izninizle) Oyunun bir yerinde sahnedeki yüksek bir yerden varil gibi bir şeyi arkaya yuvarlaması gerekiyor oyuncunun, sanıyorum Metin Çoşkun' du. Dekorcu Şaban Usta da varili arkadan tutup alacak, öyle bir şey. Metin, varili atacak aslında atar gibi yapacak arkadan da Şaban Usta alacak amma velakin arkada kimse yok. Biraz yaşlıca olan dekorcu Şaban Usta, o sahneyi beklerken kuliste uyuya kalmış, meğer. Oyun replikleri de baştan sona “yoldaş” la başlayıp “ yoldaş” la bitiyor ya, Metin hiç bozuntuya vermeden başladı bağırmaya; - “Şaban Yoldaaaş, Şaban Yoldaş !” Neyse ki Şaban Yoldaş, pardon Şaban Usta, bu bağırtıya uyanıp geldi tatlı uykusundan da, kurtardı varili. Tabi, seyirciler bu durumu anlamadılar ama biz epey gülmüştük Şaban Yoldaş'a. Şimdi, düşünüyorum da; tiyatroya bu kadar ilgili olmamın (gişede bilet satarak da olsa) dip kuyusunda çocukluğumdaki komiklikler de olabilir, kim bilir… Örnek olaraktan hemen, unutamadığım bir sünnet anısı, çocukluktan… Sünnet olduğumda daha okula gitmiyordum. Yaz bahar ayı gelende, gezici sünnetçiler peydahlanırdı memlekette. Bunlar sanıyorum, çingene milletinin sanatkârlarından oluyorlardı. İşte, kocaman klasik sünnetçi çantalı, fötr şapkalı, siyah elbiseli sünnetçi baba başta olmak üzere; çalgıcıları ve köçekleri dâhil ekip halinde, tam takım durumunda arşınlarlardı sokakları, garibanlar... Anahtar teslimi kesim işi, kısacası… Bizimkiler de sürümden kazanmak için olsa gerek, Ali abimle birlikte beni de kestirdiler. Adamlar, çaldılar oynadılar. Köçek yumurtaları havalarda uçurdu, çamurlarda yuvarlandı derken nasıl olduğunu anlamayamadan pilavın eti halloldu. Bizi de aynı yatağa yatırdılar evde, giden gelen yastığın altına ufak tefek para sıkıştırıyorlar, adet üzere. Ben daha küçük olduğumdan daha çok yastığın benden tarafına birikti hazine doğal olarak. Sıkı sıkı sarılıp, kahramanlar gibi koruyorum hazinemi, hainlerden. Ama ne çare! Osmanlıda oyun bitmez hesabı, öyle bir kumpasla karşılaşıyorum ki, kısa sürede hazine tamtakır. En büyükten geriye doğru 3. büyük sevgili abim Mesut Ay, babamın paltosunu geçiriyor sırtına, kafaya bir kasket; evde ne kadar portakal varsa dolduruyor büyük bir sepete ve böylece oluyor bana portakal satıcısı… Başlıyor bağırmaya; - “Portakalcı geldiii, portakalcı…”
Nasıl oluyorsa, bizim portakalcı benim yatağın başucuna kadar geliyor ve başlıyor bana portakalları birer birer satmaya… Böylece, benim yastık altı hazinesi evdeki portakallar aracılığıyla kolay ve neşeli tarafından el değiştiriveriyor. Bizimkilere bakarsan, ben o kadar safmışım ki, bu birkaç portakalla birlikte bu numarayı da yemişim! Ne alakası var canım. Ben aslında sünnet paralarını portakallara değil, Mesut abimin başarılı oyunculuğuna verdim. Çünkü ta o zamanlardan tiyatro sanatına ve sanatçılarına karşı bir sempatim varmış. Ama, gel sen anlat bunu bizim kötü niyetlilere. Çağdaş, malum Kavaklıdere' de; Ayrancı'ya, Esat' a, Çankaya ve G. Osman Paşa'ya yakın bir noktada. Zaten Ankara' da sol ve aydın çevrelerin çok önemli bir uğrak yeri olduğu için; Allah eksikliğini göstermesin diyelim, gelenim gidenim hiç eksik olmuyor. Ol nedenle değişik görevlerim de oluşuyor kendiliğinden, bilet satmanın dışında. Kimisi bir başkasına haber bırakıyor, kimisi bir emanetini… Çoğunluğu da sanat ve kültür aşkından geliyor ama küçük bir sorun var. Kimse para vermek istemiyor. Tamam, benim küçük bir beleşçi kadrom var. Bunların da sayısı, ortalamaya vursan günlük bir iki kişiyi geçmiyor. Ama bunlarla bitse öp başına koy. Adam, korsandan (izinsiz ve habersiz yapılan küçük miting yani, cahillere not) , yazılamadan, afişlemeden kaçıyor veya kaçmıyor da işi bitiyor diyelim. Nereye gitsin, atıyor kendini Çağdaş' a. Ben de nasıl olsa orada bir garip gişeci falan değil de, tiyatronun sahibiyim ya. Zaten, kimse de bulunan bir şey değil, para. Bir gün, işi o kadar abarttım ki; ben bile rahatsız oldum, inip salonda saydım benim beleşçileri. Olamaz böyle bir şey. 20 kişi mi, 25 kişi mi olmuş, biletsiz ve hepsi aynı seans içinde. İtiraf ediyorum, bu anlamda Çağdaş' ın sürekli zarar etmesinde benim de bir miktar payım olduğu ortaya çıkıyor, yıllar sonra. Ama yapacak bir şey yok ne yazık ki. Olan olmuş artık, maziye gazi. Bu mevzuuyla ilgili yıllar sonra hoş bir muhabbet oldu, bir arkadaşımla. Kızılay' da ara sıra gidip kazık yediğimiz bir meyhaneyi işleten bu arkadaşa, her kazıktan sonra sitem ediyorum. O da sürekli bana takılıyor,
- “Ulan, benim dışımda herkesi sinemaya beleş soktun, şimdi sıra bende, yersin işte böyle kazıkları” diye. Bir gün;
- “Nasıl olur” dedim, “Mutlaka sen de en azından bir iki kez kontenjandan faydalanmışsındır “ deyince; - “Ama ben Dev-Yol' cu değildim, Aydınlıkçıydım “ dedi.
- “Eee, o zaman sen de Dev Yol' cu olsaydın kardeşim tabii beleş giremezsin” dedim ama hala kurtulamadık kazık yemekten. Ne yapalım, arkadaşımız işte, kazık ta atsa sempatik adam. Çağdaş' ta artık as eleman olduk veya kendimizi öyle sanıyoruz ya, daha doğrusu ben sanmıyorum da, bizim Dev-Genç takımı dışarıdan öyle gazlıyor ki; sayemde, sinemaya beleş girmenin dışında da Çağdaş' ın olanaklarından faydalanabilsinler. Örneğin, afişler ve o zamanlar pek önemli olan ve de uğruna meydan savaşları çıkan duvar gazeteleri en muhkem yerlere asılıyor. Bir defasında bizim takımın yönetimde olduğu bir öğrenci derneğinin genel kurulunu yönetimden gizli olarak yaptırmıştım da; öğle saatinde başlayacak film seansı güme gidip foyam meydana çıkacak diye, neredeyse yaka paça dışarı zor atmıştım adamları. Bir de, yine yönetimden habersiz bizim vatandaşlara ( o zamanlar aynı siyasi grup içindeki arkadaşlardan söz ederken böyle de söylerdik) bir sinematek filmi izlettim ki, anlatmasam olmaz şimdi. (neden olmazsa) Sinematek, bilindiği üzere sadece üyelerine kapalı gösterim yapabilen bir dernek. Ticari amaçla ve halka açık olarak gösterim yapması söz konusu değil. Ama, kim dinler? “Sıradan Faşizm” isimli bir film vardı. 2. Dünya savaşında Almanların toplama kamplarını ve Yahudi soykırımını anlatan, son derece çarpıcı bir filmdi. Fikir benden mi çıktı, yoksa bizim Cebeci' deki şeflerden mi çıktı, bilemiyorum. Kitlemiz için eğitici bir film gösterimi olur diye düşünüldü sanıyorum. Bizim ilk film seansı 12.15 te başlıyor. Önemli sayıda bir seyircisi olmuyor. O nedenle, makinistle benim dışımda pek kimse olmuyor, tiyatroda. Sabah 10 da filmi başlatırsak, kimse rahatsız olmadan işi kotarırız dedik. Makinisti de kafaya aldım. O gün erkenden geldi, çocuk, el mecbur devrimci bir görev sonuçta. Neyse uzatmayalım, her şey hazır. Devrimci kitleler salonu doldurmuşlar, hınca hınç durumunda. Tam filmi başlatacağız. Amma velakin, bizim konuşmayı seven şeflerden birisi, hadi gerçek adını vermeyelim de, Cevat diyelim. Cevat, geldi makine dairesine, ille ben konuşma yapacağım diye tutturdu. Ben, kazasız belasız, başımıza bir iş gelmeden film bitsin millet dağılsın derdindeyim. Yapma, etme, 12 seansına sarkmasın iş diyoruz ama yok… Cevat Şef ille bir ajitasyon çekecek çare yok. Adı üstünde Şef çünkü fazla da direnemiyoruz ve teslim ediyoruz mikrofonu. Klasik olarak dünya tahlilinden başlayıp, Ortadoğu ve Balkanlardan devam ederekten Kapıkule' den giriyoruz Türkiye'ye; oradan da lafı, Devrimci Yol' un emperyalizme, oligarşiye ve de faşizme karşı verdiği mücadeleye gelip bitiriyoruz. Cevat nutkunu bitiriyor ama bizim de süre bayağı kısalıyor. Filmin tamamını göstermeye kalksak, bizim 12 seansı falan güme gidecek. O da yetmez peşinden ben güme gideceğim ki, büyük tehlike… Vee işte bir itiraf daha. Her ne kadar sansüre karşı bir sanatsever olsam da Sıradan Faşizm' in önemli bir bölümünü kol gücüyle; film makarasını film makinesinden biraz daha hızlı bir şekilde çevirmek suretiyle , hem 12 seansını ve daha da önemlisi cancağızımı kurtarıveriyorum, yönetimin gazabından.. Allah affetsin. Bu arada meraklısına teknik bir not; Sansür deyince herkesin aklına makas gelir ya. Bu çok yanlış bir bilgidir. Makasa falan da hiç gerek yokmuş, film makarasını biraz çevirivermek yetiyormuş, denemeyle sabit… O yıllar, Ankara'da bir efsane kişilik olan Vedat Dalokay' ın belediye başkanlığı dönemiydi. Uğur Mumcu ile birlikte, bir ara neredeyse her hafta düzenli olarak söyleşi yaparlardı. Bu söyleşiler son derece renkli ve neşeli olduğundan çok ilgi çeker, salon fuayeye kadar dolup taşardı. Rahmetli, Çağdaş' a büyük sempati duyardı ve ol nedenle çok büyük bir destekti. Sanıyorum, o yıllarda Dalokay' ın bu anlamlı desteği olmasaydı Çağdaş' ın malum yapısıyla yaşatılabilmesinin pek olanağı yoktu. Niye derseniz. Düşünün… Sinema filmi gösteriyoruz her gün, saat 12 den gece 21.30 suaresine kadar. (Cahiller için belirteyim hemen; şimdilerde pek kullanılmıyor ama eskiden sinemalarda gün içindeki film gösterimlerine matine, en son gösterime de suare denirdi.) Tiyatro oyunları da var, ama genellikle davetiye şeklinde bastırılan ve hiçbir resmi niteliği, dolayısıyla vergisi de olmayan, sahte biletleri satıyoruz, sürekli… Belediyeye hafta başlarında gidiyorum, birkaç koçan göstermelik sayıda rüsumlu bilet alıyorum. Herkes durumu biliyor, ama Dalokay' ın tavrından alınan destekle kimse ses çıkarmıyor. Ara sıra iş olsun türünden, gelip tutanak falan tutuyorlar ama her seferinde iş tatlıya bağlanıyor… Akşamlardan bir akşam, gişede otururken birden karşımda Dalokay' ı görüyorum… Sanıyorum eşi de yanında. Normal, sıradan bir insan olarak bilet alıp film izlemeye gelmiş, iki bilet rica ediyor. (Şimdilerdeki belediye başkanlarının, bakanların cakalarına bakınca ne ka şaşırtıcı bir mütevazılık değil mi ?) Ben; - “Olur, mu efendim, ben size nasıl bilet verebilirim, sonra beni işten atarlar…” Şeklinde işi espriye boğup zaman kazanıyorum ve o arada bizim yöneticiler imdadıma yetişiyorlar da durumu kurtarıyoruz. Hem Dalokay gibi bir insandan para almak tek başına yeterince utandırıcı bir şey; hem de işin kötüsü adamcağıza bilet vermeye kalksak sahte bilet vereceğiz. Çünkü o saatte gerçek biletler tamamıyla tükenmiş, yok maalesef. Belediye Başkanına sahte bilet vermiş olacağız, skandal yani. Şimdi var mı bilmiyorum. O zamanlar belediyede Eğlence İşleri diye bir birim vardı. Buradaki görevli memurlar sinema ve tiyatroları gezerek bilet satışını kontrol ederlerdi. Sinemalarda genellikle turnike adı verilen bir usulsüzlük yapılırdı. Yani, satılan bileti kapıda yırtmayarak yeniden satma işi. Bizde ise durum çok daha nitelikli bir işti. Üzerlerinde seri numaraları ve Çağdaş Sahne logosu olan binlerce davetiye bastırıyorduk. Bir de ayıp olmasın diye belediyeden vergisi peşin ödenen resmi mühürlü sinema biletlerini alıyorduk, tabi eser miktarda. Diyelim günde 1000 tane davetiye satmışsak, bunun yanı sıra sattığımız resmi bilet sayısı 40- 50 yi geçmiyordu. Vergi kaçırmanın dik alası yani. Eğlence İşlerinde çalışan ve sürekli bize kontrole gelen; devrimci, demokrat ve son derece iyi niyetli o iyi insanlarla çok hoş anılarımız oldu. Bu arkadaşların bir ikisi ile o yılların güzel ve temiz duygularını taşıyan dostluğumuz sürüyor hala, ne güzel. Neyse ki suçun üzerine en azından bir 30 yıl binmiş olduğundan zamanaşımı denen o güzelim olgu beni kurtarıyor, netekim. Sanırım 1979 yılıydı. Nasıl olduğunu tam hatırlayamıyorum ama (yaşlılık diyeceğim ama yaşlılar genel olarak yakın geçmişi unutup uzak geçmişi netleştirirler diye bilinir - benim ki daha vahim bir durum gibi görünüyor, neyse- çok karıştırmayalım.) TKP ve TİP' liler kansız bir darbeyle yönetimi ele geçirdiler. Daha önce de söylemiş olabilirim, tiyatroyu 3 kişilik bir yönetim kurulu yönetiyor ve içlerinden birisi de müdür oluyor. Bu darbe sonrası yönetim kuruluna tiyatroculardan Gülsen Tuncer ve Metin Coşkun' la birlikte Fatih Üstün atanıyor. (Fatih Üstün sanıyorum 12 Eylül sonrası yıllarda öldü. Tabi o zaman bize tersti ama alçak gönüllü ve iyi niyetli bir insan olarak aklımda kalmış.) Müdür Fatih Üstün oluyor ama son derece hırslı bir kişiliğe sahip olan Gülsen Tuncer çok daha atak, ama oyuncu ve çalışanların büyük çoğunluğu ile arası pek hoş değil. Başlıyor çekişmeler, kavgalar. Toplantı üstüne toplantılar yapılıyor. Epey bir gerilimden sonra çok fazla dayanamıyorlar ve yine eski yönetim yani Aydın Gürpınar ekibi göreve geliyor ve rahatlıyoruz. Rahatlıyoruz derken, benimle doğrudan ilgili bir sorun da olmuyor aslında. Çünkü isteseler beni hemen işten çıkarabilecekken, böyle bir yaklaşımda bulunmuyorlar. Yiğitleri ne öldürelim ne de haklarını yiyelim yani. TKP ve TİP' lilerin kısa süren iktidarlarından bahsediyorsam da, Çağdaş' ın bu partilerin etkinliklerine kapalı olduğu gibi bir yanlış anlama da olmasın. Dediğim gibi bütün sol grupların ve partilerin etkinliklerine, salonun olanakları ölçüsünde ve o dönem için çok da önemli olmayan kira ücreti karşılığında ve bazen kira bile alınmadan yardımcı olunuyordu. İlginçtir, Ankara' da sıkıyönetim başladıktan sonra yanlış hatırlamıyorsam en az iki kez TİP' in toplantıları bahane edilerek, yine o dönemin meşhur ve son derece sempatik olan sıkıyönetim komutanı tarafından kapatılmıştı. Adamcağızın lojmanı da aynı cadde üstünde Çağdaş' ı görebilecek bir yerdeydi ve nedense Çağdaş' a da özel bir ilgi gösteriyordu, ne gereği varsa? Adam aslında iyi niyetle “ keratalar çok çalışıyorlar ben kapatayım da bari biraz dinlensinler” gibi halis düşüncelerle bu işi yapıyordu, büyük olasılıkla. Ne bilsin adam, çalışan insanların günlük veya haftalık aldıkları ücretlerle karınlarını doyurduklarını. Bu kadar kusur kadı kızında da olur, değil mi? Bir defasında bu kapatma işi biraz uzamıştı da, genelde zaten parasız gezen bu kardeşiniz ciddi olarak hayatında ilk kez açlıkla karşı karşıya gelmişti. Yüce Mevlam kimseyi açlıkla terbiye etmesin. İki gün resmen aç kalmıştım da üçüncü gün cebinde parası olan bir arkadaşla karşılaşana kadar. Gençler pek bilmezler tabi. Milattan önce, yani 12 Eylül' den önceki yıllarda cebimizde para varsa hani olur ya, bu para sadece bize ait sayılmazdı. Zaten pek para da olmazdı. Ben tabi, Yüce Tanrının sevgili kullarından olsam gerek ki; Tunus Caddesinde ODTÜ servis duraklarına yakın yerde, şimdilerde Güniz Sokakta Hacı Arif Bey olan lokanta o zaman Saygılar 2 adıyla faaliyet gösteriyordu. İşte tam Saygılar' ın önünde şimdi hangi okuldan olduğunu bile unuttuğum Vasfi arkadaşımla karşılaşıp, benim açlıkla malül, O' nun da paralı olduğu anlaşılınca, hemen acil olarak Saygılar' a dalmıştık birlikte. Sevgili Vasfi' yi o yıldan sonra hiç göremedim, kim bilir nerelere savruldu gitti. Ben, son olarak ( öncesinde sayısız kez içeri girdiğim için) 80' nin bir Kasım gününde yakalanıp 45 günlük bir DAL konukluğundan sonra sevgili Mamak' a yerleştiğimde Çağdaş hala açıktı. Sağ olsunlar, biraz da efsane makinistimiz rahmetli Eftal' ın da ilgisiyle bana harçlık bile gönderdiler. İçerdeyken, Tunus Caddesinden komşumuz olan sıkıyönetim komutanının özel ilgisi ve sevgisi artıp da şelale şeklini almış olsa gerek ki Çağdaş' ın bir daha açılmamak üzere kapandığını duydum. Açılmamak üzere diyorum çünkü 5- 6 ay sonra yeniden açılmasına izin verilmiş ama eski Çağdaş olmasının hiçbir koşulu kalmamış olduğundan, artık oraya Çağdaş demenin bir anlamı kalmamıştı. Anlayacağınız adı kalmıştı yadigâr ve kısa bir süre sonra adı da tarihe karıştı doğal olarak… Anlaşılacağı üzere Çağdaş bende çok derin izler bıraktı… En başta, Cebeci' deki sevgili arkadaşlarım Çağdaş' ta çalışıyor olmam nedeniyle adımın önüne “Çağdaş” ı eklediler. Sonraları öne eklenen bu lakap neredeyse asıl ismime dönüştü. Yine o yıllarda, bilenler bilir mahalle çalışması yapan bazı arkadaşlar güvenlik için değişik isim kullanırlardı ya, benim ki onların durumuna benzedi biraz. Eh artık, adım da Çağdaş olunca eşek değilim ya Bünyan' dan yarın gelmiş durumundan kurtulmaya çalışarak adımı hak etmeye çalıştım, şimdiye kadar. Umarım başarılı olmuşumdur. Bir de, Ankara' daki ilerici demokrat her kesimin ve her tür insanın uğrak yeri olduğundan benim de doğal olarak her kesimden türlü çeşitli dostlarım oldu bu sayede. Ankara'ya geldiğimde, kulağımda ağırlıklı olarak Cem Karaca' nın şarkıları, Ruhi Su ve Mahsuni' nin türküleri vardı. Klasik ve Caz Müziklerinden pek haberdar değildim. Çağdaş' ın o zamanlar güzel bir ses sistemi vardı ve gişelerin bulunduğu girişteki büyük salonda sürekli olarak klasik müzik yayını yapılırdı. Örneğin ilk kez Rodrigo' nun meşhur gitar konçertosunu burada dinledim. Ol nedenle kulağım bu müziklere alıştı ve giderek arada bir CSO ‘ ya bile gider oldum. Joan Baez' le ve daha bir sürü değişik müziklerle tanıştım. Bu gelişmemde, başta tiyatro müdürümüz Savaş olmak üzere Çağdaş'taki bütün arkadaşların payı büyüktür. Çağdaş kapanınca, artık Ankara' da barınma olanağı bulamayıp İstanbul'a yerleşen müdürümüz Savaş, gerçekten sanatın her dalında büyük bir entelektüel birikime sahipti. Savaş, rahmetli Zülâl Aksoy abiden sonra, tiyatro kapanıncaya kadar son derece başarılı bir müdürlük yaptı, zaman zaman küçük çekişmelerimiz olsa da, O'nun la çalışıyor olmaktan hep mutluluk duyduğum bir arkadaştı. Dünya ya ön yargısız ve son derece geniş bir açıyla bakardı. Zaten çekişmelerimiz de, benim O' na göre biraz dar açıya sahip olmamdan kaynaklanıyordu. Bunu itiraf etmekten de gocunmuyorum. Çünkü, yeterli kültürel birikimden yoksun olarak geldiğim Ankara' da, yine aynı şekilde sosyalizm konusunda doğru dürüst mürekkep yalamadan ve de kestirmeden Dev-Genç' li oluveren bendenizin ( biraz da okuma tembelliği var tabi, özürüm kabahatimden büyük olacak ama, böyle maalesef) dünyaya bakışının biraz dar olmasından doğal bir durum olamazdı. Sağ olsun, hep dostluk ve hoşgörüyle genel ve sanatsal kültürümün çoğalmasına önemli katkı sağladı. Tabi, yalnızca Savaş değil orada bulunduğum yıllar boyunca tanışıp konuşma olanağı bulunduğum isimlerini sayamayacağım kadar çok dostların da paylarını yadsımamak gerek. Düşünüyorum da, gerçekten ne kadar ilginç insanla tanışıp dost oldum orada. Başta patronumuz (yukarıda anlattığım gibi işte ne kadar patron denebilirse) Aydın Gürpınar, Rahmetli Yusuf Dağüstün abim, Köksal Öngür, Erdinç Bora, Sinan Çetin, Sinematek' çi Aydın Bey, makinistimiz rahmetli Eftal, tiyatro yönetmenimiz Ali Taygun ve isimlerini hatırlayamadığım onlarca değerli insan… Bunlar sürekli birlikte çalıştığım insanlardı. Bir de Çağdaş' a günün belirli saatlerinde veya belli zamanlarda uğrayan müdavimler vardı. Bu grupta yer alan insanlar Çağdaş' taki etkinlikleri aktif olarak izledikleri için artık hepsiyle dost olmuştuk ve birçoğu da bizlerle sohbet etmek için özel olarak uğrarlar, ellerinden gelen bir şey olursa da karşılıksız olarak büyük bir samimiyetle yardımcı olmak için çırpınırlardı. Bu gruptan bir Kemal Bey vardı, ilginç bir tip olarak… O ‘ nu tanıdığımda Hukuk' ta son sınıftan dersleri vardı, yaşı da bana göre bayağı büyüktü. Sürekli uğrardı, bazen de bizim oyunlarda figüran sayılabilecek çok küçük rollerde de oynadığı olurdu. Adından başka hiçbir şeyini bilmediğim ve merak bile etmediğim bir insandı. Sadece Kemal Bey derdik o kadar. Zaten o yıllarda kimseye geçmişi ve geleceği ile ilgili soru sormak gibi bir âdetimiz de yoktu. Neyse, Kemal Bey fakülteyi bitirip hâkimlik stajına başladı, bir gün O'na takılmak geliyor içimden ve soruyorum; - “Kemal Bey, sen şimdi hakim mi olacaksın?”
—“Evet.”
-“Biliyorsun ben sürekli içeri girip çıkıyorum, sen hakim olduğunda, ben kazara karşına sanık olarak gelirsem ne yaparsın?”
—“Valla, Memetciğim kusura bakma, eğer suçluysan atarım içeri.” Diye boynunu büküyor gariban. Tabi yanıt işime gelmiyor.
-“Hay senin gibi hakimin …” deyu okkalı bir küfür sallıyorum. Adamın elinden gelebilecek bir şey olmadığını ben de biliyorum aslında ama amaç gırgır olsun.
Derken, Kemal Bey stajı bitirip küçük bir doğu iline hakim olarak atandı ve bir süre sonra izne geldiğinden damladı Çağdaş' a, özlemiş adamcağız. Herkes Kemal Bey' in hakimliğini merak ediyor doğal olarak. O da kendine has üslubuyla anlatıyor: -“Vallahi azizim, hakimlik zor işmiş… Getirdiler karşıma bir kürdü. Ben masada oturuyorum, herif masanın önünde dikiliyor, zebellah gibi. Yukarıdan tepeme yumruğu bir koysa ben masanın altında kaybolacağım. Savcı da işin puştluğunda, hep “takdir mahkemenin” diyor. Herifi tutuklasam bir türlü, tutuklamasam bir türlü. Korkudan ne bok yiyeceğimi şaşırıyorum…”
Yeniden, yeniden anlattırıp yerlere yatıyoruz gülmekten, Kemal Bey' in hakimlik maceralarını… Biri bana dur desin artık Çağdaş deyince anıların önü kesilmiyor, çünkü eskilerin askerlik hikayelerine döndü ama insan da bir başlayınca lafın ardı arkası kesilmiyor işte. Dedim ya, ne zaman maziyi ansam hap aklıma güzel ve komik anılar gelir. Belki de insanın doğal koruma mekanizması olsa gerek kötü şeyleri siliyorum genel olarak kafadan. Fakat o yıllarda, o kadar fazla acı olay var ki yaşanmış ister istemez, bir kısmı iz bırakıyor. Bir tanesini paylaşayım istedim. O yıllarda hiç sevmediğim kapı kapı, ev ev dolaşıp devrimciler adına hem de hapiste yatan devrimciler adına bağış toplamak gibi bir etkinliğimiz vardı. Şimdi ki aklım olsa kesinlikle karşı çıkardım, ucunda aforoz edilmek de olsa. Ama o yaşımızda çok fazla tartışmaya girmeden içimize sinmeyen davranışlarda da bulunabiliyorduk, ne yazık ki. Bizim hukuk tayfasına da nedense hep bu iş için Kavaklıdere ve Ayrancı bölgesi düşerdi. Çalıştığım işyeri buralara çok yakın olduğu için mutlaka tanıyan çıkar düşüncesiyle yine de ucundan kıyısından itiraz ederdim ama nafile. Devrimci görevden yan çizmekle suçlanma korkusu daha ağır basardı ve katılırdım her seferinde. Yine böyle bir etkinliğin içinde olduğumuz bir gün Ayrancı' da kapısını çaldığımız bir evin çok kibar hanımı meramımızı doğru dürüst dinlemeden, bir dakika beklememizi rica ediyor ve içeri gidiyor. Döndüğünde içinde para olan beyaz bir zarfı bana uzatıyor, yine kibarca. Ben o zarfı aldığımda kadının karşısında çok utandığımı küçüldüğümü hatırlıyorum ve ne zaman olay aklıma gelse aynı duygular beni rahatsız ediyor, nedense. Aynı şekilde yine bir akşam kel kafam ve siyah çerçeveli gözlüklerimle gişede bilet satarken ( söylemesi ayıp Sıkıyönetim ve Mamak dönemi başlar başlamaz her vesileyle oraların müdavimi olduğum için genelde saçlarım fazla uzama fırsatı bulamıyordu da) genç bir kadının yanındakine beni göstererek; -“Bu sabah para toplamak için gelen çocuk değil mi?” Diye sorduğunu duyduğumda da bayağı üzülmüştüm. Bilmiyorum fazla mı hassasmışım ama öyle hissettim ve hala da hatırlayınca aynı duygular canlanıyor. Şimdilerde bile; çok sıkıldığım günlerin gecesinde kendimi hep Çağdaş' ın gişesinde bilet satarken görüp mutlu olduğuma göre, iyi ki de oralarda çalışmışım diyorum bütün acı olaylara karşın oradaki iyi insanları nasıl tanıyacaktım ki… “ ÇAGDAŞ “ MEHMET AY |
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
SBFDER Web © 2008. Her Hakkı Saklıdır. |
Ana Sayfa |
Hakkımızda |
Fotoğraflar |
Yaşattıklarımız |
Yazılar Sanat Galerisi | SBF<d>DER | Haberler | Üyeler | Linkler | İletişim |