Giriş - İletişim


 
 
 
 
 


TARIK ALİ SİYASAL’DA
Osman Akınhay

 

“Estetik bir terörist eylem gerçekleştirdiler; New York’un manzarasını değiştirmenin dışında sadece ABD İmparatorluğu’nun savaş kışkırtıcılığını beslemesine yardımcı oldular.” Böyle diyordu Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması adlı yeni kitabının tanıtımını yapmak üzere geldiği ülkemizde, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde verdiği konferansta, 11 Eylül saldırılarıyla ilgili olarak.

Bu saptamasıyla Bush Doktrini’ni ve El-Kaide’yi aynı oyunun sahnesinde gördüğünü vurgularken, Vietnam Savaşı günlerinde olduğu gibi, ABD Yönetimi’ni, Pentagon’un önünde savaş-karşıtı bir yürüyüş yapacak Amerikan askerleri ve subaylarından daha fazla hiçbir şeyin korkutamayacağını, kendisinin böyle bir ABD’yle her zaman dayanışma halinde olacağını da çok net bir dille açıklıyor ve bu tutumunu, “Biz de ABD içinde bir hareket başlatmalıyız,” diye somutluyordu.

O bunları söylerken, Siyasal’ın eskiden büyük amfi denilen, şimdi Aziz Köklü Salonu diye anılan konferans salonunun sıraları arasında eski bir 68’li yanındakine şöyle fısıldıyordu:
“Yirmi-otuz yıldan beri Siyasal’ın kürsüsüne yakışan tek isim Tarık Ali.”
Onun adını uzun yıllar önce, ‘68’le ilgili makalelerde ve o dönem yapılan kitlesel mitinglerdeki bazı resimlerde görürdüm. Şimdi kırlaşmış olan saçları kömür karası, yumruk yaptığı sağ eli havada, yanında “Kızıl Danny” Daniel Cohn-Bendit’le birlikte çekilen resmi ’68 seçkilerinin değişmez fotoğraflarından olmuştu.

İçerideyken de Sevgili Ragıp Zarakolu’nun çıkardığı 11. Tez dergisi ve hazırladığı bazı derlemeler için New Left Review’dan çeviriler yaparken ismine daha çok rastlamaya ve denk geldiğimde makalelerini okumaya başlamıştım.

Alfa’da çalışmaya başladığım ve Everest’i kurmaya başladığımız günlerde, bir rafta öylece duruyordu Ayna Korkusu adlı romanı. Romanı alıp okumak üzere eve götürmüştüm; daha önce Sokak Savaşı Yılları kitabını İletişim bastığı için herhalde bunu da basarlar diye akıl yürütüp yayınlamayı hiç düşünmeden. Daha sonra Kesim Ajans’a gidip de kitabın yayın haklarının serbest olduğunu öğrenince hem şaşırmış, hem de sevinçle biz bunu hemen basarız demiştim. Üstelik Everest Yayınları’nın 1. kitabı olarak. (Fundamentalizmler Çatışması da Everest’in 100. kitabı olacaktı!)

Arkasından Selahaddin’in Kitabı ve Taş Kadın başlıklı romanlarını yayınlayıp Kasım 2000’de İstanbul TÜYAP Fuarı’na getirdiğimizde, fuarın alt kattaki kafeteryasında verdiğimiz ilk kahve molasında, New Left Review’u Türkiye’de seçkiler halinde yayınlama fikri ağzımdan çıkar çıkmaz, “Ben de onu söyleyecektim,” demişti. 30 saniyede anlaşmıştık; onu karşımda görünce söylemeyi ilk düşündüğüm şey buydu zaten. Seçkilerde yayınlanacak makaleleri önce o seçecek, sonra da biz makalelerin Türkiye’ye uygunluğunu değerlendirip bazılarını eleyip yeni makaleler önerebilecektik.

Tarık Ali’yi üçüncü getirişimizdi bu Türkiye’ye; artık iyice alışmıştık birbirimize. 11 Eylül’den birkaç gün sonra e-postayla bana, “Osman, yeni bir kitap yazmaya başladım, hazır ol basmaya,” dediğinde, hemen aklıma düşmüştü bu fikir. Bu sefer Ankara’ya, Siyasal’a götürecektim onu; ’76 yılının sonbaharında, yeniyetme bir devrimci olarak koridorlarında sert voltalarla dolaşmaya başladığım, amfideki forumlarında tepeden tırnağa sarsılarak ajite olduğum ve binanın önündeki geniş açıklıkta düzenlenen mitinglerde gür sloganlar atıp devrim andı içtiğimiz okuluma.


Onun için, Kamu Yönetimi bölümüne bu öneriyi götürüp, sevgili Tanıl Bora’nın yardımı ve Doç. Serpil Sancar’ın girişimleriyle program kesinleştiğinde çok mutluydum.

İstanbul’dan neşe içinde yola çıkıp Ankara’ya gelirken ona Siyasal’ın tarihinden bahsetmiştim. 19. yüzyılın ortalarından beri Türkiye’nin idari ve siyasal yaşamına yön veren bir okul olduğunu, o kadar ki bu ağırlığın “Önce Mülkiye sonra Türkiye!” gibi bir sloganla ifade edildiğini, son yirmi yıla kadar yönetim kademelerinin hemen her yerine Mülkiyelilerin bir klan halinde kendi damgalarını vurduğunu anlatmıştım.

Yine o büyük amfide oturuyordum işte. Salona şimdiki adını veren, Makro İktisat’a gelen Aziz Köklü hocamızın vefat ettiği o günü hatırladım önce. Biz birinci sınıfta, henüz tıfıl bir öğrenciyken, o derse başladıktan biraz sonra “Çocuklar, bana bir şeyler...” dediği, biraz sonra eliyle boğazını ve kalbini tutup yere yuvarlandığı ve alelacele hastaneye yetiştirilirken vefat ettiği günü.

Bu görüntü aklımdan hızla silinip giderken başka görüntüler yerleşti sonra. İşte, büyük amfinin kapısının karşısındaki tarafta, tel çerçeveli gözlüğü, her gülüşünde parlayan beyaz dişleri ve karşısındaki her zaman çok iyi anladığını belli eden kısık bakışlarıyla Bahri Gürpınar süzüyordu beni durduğu yerden.

Henüz okula girmeden yolun karşısına geçip, Bahri’nin, okulun tam karşısındaki hamamın önünde, beton elektrik direğinin arkasını siper almış, bıyıklı, mavi anoraklı birinin silahından çıkan kurşunlarla vurularak düştüğü yeri gösterdim Tarık Ali’ye.

“Tam burada düştü,” dedim. “Boğazına ve karnına iki kurşun isabet etti. Hemen hastaneye kaldırdık; önce iyileşeceğini söylediler, ama iki gün sonra öldü. Ölüm nedenini pankreas yetersizliği diye açıkladı doktorlar. Ölmeden iki gün önce, eşinin hamile kaldığı müjdesini iletmişti bize.”

O gün aynı grupta olduğumuz, kurşunlar üstümüze yağmaya başladığında önce kendisini yere atıp, sonra hastaneye giderken ve daha sonraki günler, aylar ve yıllarda omuz omuza durduğumuz Sevil de üst sıralardan izliyordu konferansı zaten.

Gözlerim, o zamanlar gür bıyıklı ve daha bir saçlı haliyle, arka sıralarda durmadan gazete okuyup gülüşen, yirmi beş yıllık kadim dostum Abdullah Yılmaz’ı arıyordu. Çok istediği halde acil bir mazereti nedeniyle gelememişti konferansa.

Hakan Şenyuva’yı hatırladım sonra, Tarık Ali kürsüden konuşurken. Onun kürsüye çıkışını, “Başlıyoruz arkadaşlar,” diyerek yeni bir forumu başlatışını, “Haydi arkadaşlar, ön bahçeye,” diyerek forumdakileri sloganlarla yönlendirişini, sonra da bir gece Topraklık’ta ülkücüler tarafından öldürülüşünü. Babasının oğlunun katili cezalandırılsın diye sıkı bir hukuk mücadelesi başlattığını, ama katilin adı soyadı belli olduğu halde hiçbir şey yapılmadığını ve onun da her yıl Cumhuriyet gazetesine verdiği ilanla oğlunu anmaktan hiç vazgeçmediğini...

Şevki Kobal’ı sonra; Hakan gibi o da SBF-DER’in başkanlığını yürütürken, bu sefer solcu kurşunlarına hedef olarak can veren, o dal gibi delikanlıyı. Sonra biraz kendi yaşadıklarımı, Kurtuluş Parkı’nda bıçak çekilip hafif bir sıyrık aldığım ağaçların altını...

Ve heyecanımızı anlattım, devrim ateşinin içimizde nasıl yandığını. Cem Karaca’nın o günlerin en çok bilinen şarkılarından olan “Parka”daki “Küçük kardeşi bu yıl Siyasal’a gidecek...” sözlerinin nasıl kanımı kaynattığını, Siyasal ile Hukuk’un arasındaki, yurda çıkan ara yolda panzerlerin nasıl ele geçirildiğini, dünyadaki devrimci dalganın etkilerini bize de taşıyan çağ yangınının bize tarihi değiştirme cüreti aşıladığını...

Birer birer bunları anlattım Tarık’a, Siyasal’ın asıl geleneğini yani.

27 Mayıs’tan hemen önce, Adnan Menderes hükümetinin sonu yaklaşırken, 5. ayın 5. günü saat 5’te (555-K) Kızılay’da yapılan, polisin ve askeri birliklerin ateş açtığı (hatta ateş emrini ilk defa alan binbaşının bu emre itaat etmediği için hemen tutuklandığı) gösteriye ön ayak olmuş, bu eylemin yankılarıyla birlikte Demokrat Parti hükümetinin sonunu yaklaştırmış öğrencilerin okuluydu Mülkiye.

12 Mart’ta Mahir Çayan ve daha bir sürü devrimci gençlik önderi Siyasal’dan çıkmış, Cumhuriyet Yurdu o zamanın siyasal tartışmalarına (ve hizip bölünmelerinin çoğuna) ev sahipliği yapmıştı. İşgallerin ve boykotların ardı arkası kesilmiyordu. Öğrenciler fakülteyi işgal ettiklerinde profesörler de bu mücadeleye omuz vermişler, fakülte önünde beklemekten çekinmemişlerdi.

12 Eylül’den önce de biz, anti-faşist mücadelede, demokratik üniversite kavgasında hep ön safta yer almış, önceki kuşakların devrimci geleneğini yerde bırakmamıştık.

Tarık Ali, böyle bir okulda, yakası kalkmış kot ceketi, Londra sıcak olduğu için Beyoğlu’ndan aldığı siyah kazağı ve üç gün içinde oradan oraya koşuşturmaktan değiştirmeye fırsat bulamadığından iyice buruşmuş kot pantolonuyla kürsüye çıkmıştı işte.

Yer yer yaptığı sıkı esprilerle dünyanın egemenlerini alaya aldığı konuşmasında, bu kitabı yazmaya 11 Eylül’den sonra yaratılan dünya savaşı atmosferine karşı durmak için başladığını, “küreselleşme” denilen yeni-emperyal fundamentalizmin tül perdesi olan “medeniyetler çatışması” tezini yırtmayı amaçladığını, fundamentalizmin dine ve İslam’a özgü olmadığını, din-dışı fundamentalizmler de bulunduğunu, üstelik tarihte Yahudi ve Hıristiyan fundamentalizminin İslami fundamentalizmden çok daha zalim ve kan dökücü bir sicile sahip olduğunu, dünya halklarının önündeki baş tehlikenin ABD İmparatorluğu’ndan geldiğini, bu imparatorluğun tarihteki diğer birbirleriyle rekat eden imparatorlukların aksine bütün dünyayı avucuna aldığını, bu gücün öyle intihar saldırılarıyla, tankla topla değil, ancak bu imparatorluk ideolojisinden daha üstün bir “düşünce sistemi”yle aşılabileceğini anlatıyor, kitabında İslam’ın seküler tarihini yazmaya gayret ettiğini söyleyip, İslam âlemine kendi kaynaklarına ve güçlerine sahip çıkıp dirayetli yöneticiler seçme ve bir İslami Reformasyon yapma çağrısı yaparken, “Başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünenler”e de öncelikle bir savaş-karşıtı hareket başlatmalıyız çağrısı yapıyordu.

Bizdeki gibi teorik saplantılara gömülmüş, somut hayatın gerçeklerinden kopuk argümanlarla oyalanmak yerine, duru bir anlatımla, gözleriyle sürekli tüm dünyayı tarayarak, basit ve anlaşılır sözcükler seçerek anlatıyordu derdini.  Ama o kadar da sert ve çarpıcıydı yaptığı saptamalar: Bizim hükümetimizi ve medya kalemşörlerimizi pek bir heyecanlandıran ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Arap ülkeleriyle İsrail’i ve Türkiye’yi kapsayan ziyaretini, zorba bir “mafya şefi”nin yerel birimlerdeki “kafa adamları”nı dolaşıp teftiş etmesine benzetiyordu.

Analizleri de öncelikle siyasal bir sorgulamanın ürünüydü. Son on yıldır bütün dünyanın fikir hayatını kaplayan ve bulandıran postmodernizm ve Oryantalizm gibi kavramlara dudak büküp, bütünsel bir bakışla, insanların ve toplumların canını acıtan, binlerce, milyonlarca kişinin kanının dökülmesine neden olan gelişmeleri ve yeni tarihsel eğilimleri irdelemeyi çok daha doğru ve gerçekçi buluyordu.

İslam Dörtlüsü (daha sonra İslam Beşlisi yapmaya karar vermişti) diye andığı romanlarını yazmaya bile aynı dürtüyle başlamıştı. Virgül dergisinde çıkan söyleşisinde, “Körfez Savaşı zamanıydı, bir gün televizyon seyrediyordum, Britanya hükümetinin bir yetkilisi, ABD’nin Irak’a yönelik saldırıları ve bombardıman kampanyasını haklı çıkarmak üzere Arapların siyasal kültürünün olmadığını söyledi. İşte, o zaman kafaya taktım bu meseleyi,” demişti.

Kapağında, Humeyni sarığı ve sakalıyla çevrelenmiş Bush resminin olduğu yeni kitabında
mercek altına aldığı ülkeler, ABD İmparatorluğu’nun hâkimiyetini uzaktan süzerek ve bölge ülkelerindeki askeri üsleri ve kuklalarıyla sürdürdüğü bir coğrafyaya aitti. Gözlerini İran’a dikmişti mesela. Yaş ortalaması 30’un altında olan, çocukluklarından itibaren sadece mollaların yönetimine tanık olmuş bir toplumun bağrından organik ve dinamik bir muhalif hareket çıkabileceğini düşünüyor ve böyle bir gelişmenin gerek bölge açısından, gerekse İslam ülkelerinin derlenip toparlanması noktasında umut verici bir işaret olabileceğini söylüyordu.

İslam âleminin içinden konuşmak çok önemliydi, dünyanın şu döneminde. Sol evrensel düzeyde hâlâ çok zayıf olduğundan ve ABD’ye karşı asıl muhalefet İslamcı kesimlerden geldiğinden, görmezlikten gelinemeyecek bir kesimi oluşturuyordu bunlar. Onlara hitap edebilmek, onları kazanmak için de her şeyden önce onlara hitap eden bir dil tutturabilmek, onları harekete geçiren sebeplere ve ruh haline dair bir empati kurabilmek gerekiyordu.

600 dinleyicinin katıldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği konferansın son cümlesinde söylediği gibi, küreselleşme-karşıtı eylemler iyiydi ama yetersizdi ve net bir yörüngeden de bütünsel bir cephe oluşturmaktan da yoksundu; anti-kapitalist hareketi, kelimenin gerçek anlamıyla anti-kapitalist bir mücadeleye çevirmeliydik ona göre.

ABD İmparatorluğu’na, ancak onun emperyal düşüncesini aşan bir “fikirler sistemi”yle baş edebilirdik!..

Evet; yakışmıştı gerçekten.

Ama Siyasal’ın “Önce Mülkiye, sonra Türkiye!” sloganıyla ifade edilen geleneğine, 12 Eylül’den sonra yeniden canlandırılan İnek Bayramı’na değil.

27 Mayıs öncesinden beri süregelen “özerk ve demokratik üniversite” mücadelesine, ülkemizin yakın tarihinde iz bıraktığı devrimci geleneğine...

Zaten onun için getirmiştim, ülkemizde ekmek gibi, su gibi bir temel ihtiyaç olan muhalif söylemin beşiklerinden biri olan Siyasal’a. Fakültenin yeni öğrencilerine, “eski solcu” çöplüğünün kesif kokularıyla bunaldıkları bir ülkede, hâlâ idealist, hâlâ umutlu, hâlâ akıllı ve hâlâ devrimci birilerinin olduğunu göstermek için...

(Varlık dergisinin Mayıs 2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)



Üye Girişi
Üye - Parola

Haberler
-12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında
-darbelere karşı eylül etkinlikleri başladı
-13 Haziran Ankara Buluşması
-PANEL : Seçimleri Okumak
-150. YILDA SBF<d>DER ETKİNLİKLERİ
Tüm Haberler

Yazarlar
Hasan Hüseyin Özkan
Murat Utkucu
Yunus Işın
Sinan Kasımoğlu
Kumru Başer
Osman Akınhay
Mehmet Ay
Fikret Yakar
İshak Kocabıyık
Handan Koç
Gülseren Karaçizmeli


SBFDER Web © 2008. Her Hakkı Saklıdır. Ana Sayfa |  Hakkımızda |  Fotoğraflar |  Yaşattıklarımız |  Yazılar
Sanat Galerisi |  SBF<d>DER |  Haberler |  Üyeler |  Linkler |  İletişim