|
|
ESAT‘IN, BAĞCILARIN KIZLARI;
Siyasal, bir simge. Cebeci bölgesinde başka okulların olmasına karşın, Siyasal hep ön plandadır, bölge onun adıyla anılır. Yanında Hukuk fakültesi, arkasında Basın Yayın Yüksek Okulu, onun arkasında Cumhuriyet yurdu, Hukuk Fakültesinin arkasında Eğitim Fakültesi, onunda arkasında Cebeci yurdu ile bir kampus. Daha sonraları Cebeci yurdu kapatılır, Eğitim fakültesi Cumhuriyet yurdunun arkasına inşa edilen yeni binasına taşınır ama adlandırma değişmez.
Siyasal, bir simge. Devrimcilerin ilk örgütlenmelerini yaptıkları yerlerden biri olarak bilinir. Bilinir ki orada hep solcular vardır. Kızından, erkeğine herkes solcudur. Ankara’ya ilk defa ayak basan bir solcu, aradığını orada bulacağından emin, adımlarını duraksamadan atar. Karşılaşacağı ilk kişiyle aradığına ulaşacağını da bilir.
Siyasal, bir simge. Faşistlerin saldırıları karşısında yardım istemeye insanlar Siyasal’a koşarlar. Bilirler ki orada her zaman yardım istemlerine cevap verecek birileri mutlaka olacaktır.
Siyasal, bir simge. Dost, düşman bilir ki, toplumsal duyarlılığın olduğu yerdir orası. Protesto, dayanışma gösterileri mutlaka orada olmalıdır.
Siyasal, bir simge. Yoksul gecekondu mahallelerine siyasi örgütlenmeler için adımlarını atan üniversiteli gençler Siyasal’lıdır. İnsanlar devrimcilerin önce Siyasal’ dan geleceğine koşullanmıştır. Başka fakülteden olduklarını söyleyemezler. Siyasal’ın adının dostlara güven, düşmanlara korku salacağını bilirler.
Esat bir semtin adı. Büyüğü ve küçüğü vardır. İkisine birden Esat denilir. Akay yokuşunun bittiği yerden başlayan Esat caddesi sizi Çankaya’ya kadar götürür. Caddenin sağında ve solunda yer alan yerleşim bölgesinin adıdır Esat.
Bölgenin devrimcileri liseliler olur önce. Esat caddesinin başındaki Mimar Kemal lisesi ve Seyranbağları ndaki Ellinci Yıl lisesi ilk örgütlenmelerin olduğu yerlerdir. Mimar Kemal lisesi ve Ellinci yıl lisesi öğrencileri Bülbüldere caddesindeki şehir yurtlarında yuvalanan faşistlerin saldırılarına uğrarlar ama püskürtülürler. “Siyasallı” ağabeyleri yardıma gelirler tabi.
Lise-Der yöneticileri ağırlıklı olarak burada bulunurlar. Her biri onlarca kavgaya girmiş çıkmış, polis tarafından defalarca göz altına alınmış, civan gibi delikanlılardır. Kablarına sığmayan, ufak bedenlerinden umulmayan akıl dolu cesaretleriyle oradan, oraya koşarlar. Erdal Ayrancı, Uğur Kaynar ve İbrahim Tümer Lise-Der in kurucularındandır.
Esat caddesi sola kıvrılır, Bülbülderesi caddesini keserek yukarı çıkar. Yokuşun başında bir dizi apartman , apartmanların önünde de bir caddede bulursunuz kendinizi.. Gidecek iki yönünüz vardır, sağ ve sol. Sol tarafınız, aşağıya Kolej’e kadar iner. Bu yönü takip ederseniz yüz metre kadar ileride sağınızda Huzur Evini, bir kilometre kadar ileride de ellinci Yıl Lisesini görebilirsiniz. Huzurevinin arkasındaki binanın zemin katında solcuların geldiği Halk Evi günün her saatinde doludur. Çoğunlukla liselilerdir. Duvarlarda afişler vardır. Ufak bir tüpün üzerindeki çaydanlık sürekli kaynar. Bölge halkı önünden geçerken içeriye bir paket çay, şeker bırakırlar. Bazılarının sigara paketi bıraktıkları da görülür. Yolun sağını takip ederseniz gecekonduların başladığı yerleşim bölgesine hafif bir kıvrımla dönersiniz. Kıvrımın olduğu yerde iki katlı, ufak bir yapı dikkatinizi çeker. Alt kat odunluk olarak kullanılır. Yapı olarak çevresindekilerden daha düzgündür, beyaz badanalıdır. Evin her tarafında emeğin yüceliğini görürsünüz. Ahşap merdivenler ile üst kata çıkılır. Bahçesinde o civarlarda bir eşini göremeyeceğinize bahse girebileceğim güller vardır. Dalları özenle budanmıştır. Yol tozlu, topraklıdır ama bu güllerin yapraklarında toz yoktur. Beyaz, kırmızı, pembe iri güller ufak bahçeyi çevreler. İçerideki insanların da o güller kadar güzel olabileceğini düşlersiniz. Yanılmazsınız. O evde İbrahim Tümer, eski tüfek komünist babası ve annesi oturmaktadır.
………………………………………………………………………………………………..
Siyasal öğrencilerinden biri Esat’ta oturmaktadır. İnce, uzun, hanım, hanımcık tavrıyla çevresinde çok sevilir. Hiçbir zaman sesini yükselterek konuştuğunu duyan olmamıştır; yanında bulunanlar ile yaptığı konuşmaları bir sır verirmişçesine sessizce yapar. Gözlüklerini ileriyi daha iyi görebilmek için kullanır, beyninin doyum sınırı çizilmemiştir, sonsuzdur, güneşli bir havada sonunu göremediğiniz GÖKYÜZÜ kadardır. Adının anlamı da budur; Asuman.
Asuman okulu dostlarına bırakır ve oturduğu semtte bulunan Halkevi’ni mesken tutar. Kurucusu, başkanı olur. Halkevindeki ender üniversitelilerden biridir. Çevresindeki liselilerden o’nu ayırt etmek zordur. Yüzü onlar kadar çocuksudur. “Bölge” de çalışmak insanı aniden yaşlandırır. Orada karar verici olunca insan kendini yaşlı hisseder. Babamız, anamız yaşındakiler, yaşça daha büyük çocuklarından çok bu gençleri dinlerler, can kulağıyla. Evlerinde bir türlü büyümeyen çocukları yanında bu gençler, “koca, koca “ insanlardır. Gençlerin omuzlarındaki yük, evlerine ekmek götürmek zorunluluğunu hisseden bir ana, bir baba, kadar ağırdır.
Huzurevi’nin arka tarafı gecekondu bölgesidir. İncesu bölgesinden başlayan Türközü vadisinin sağ tarafı, yani Huzurevinin arkasındaki bölge gecekondular ile doludur. Türközü vadisinde yıllar önce bir dere akarmış, İmrahor deresi. Zafertepe, Seyranbağları, Aşıkpaşa, Kurudere, Umut, Murat, Bademlidere, Boztepe, Kırkkonaklar mahalleleri bu çizgide yer alırlar. İnişli çıkışlı ona yakın tepenin üzerine kondurulmuş yüzlerce, binlerce gecekondu. Her bir tepesinden çevrenin ve Türközü vadisinin sol tarafının rahatlıkla görülebildiği bir yerleşim bölgesi. Vadinin sol tarafında Topraklık, Akdere ve İncesu mahalleleri bulunur. Bu mahallelerde gecekondu mahalleleridir. Yoksulluk her iki yakada diz boyudur, yolu, suyu yoktur, çoğu evin.
Vadi bir sınırdır. Sağı devrimcilere, solu faşistlere aittir. Faşistler sınırlarını genişletmek için sürekli saldırırlar, devrimciler siperdedir. Bölge halkı faşistlerin saldırıları karşısında Halkevinde bulunanlara sarılır. Sarılmakla kalmaz, onlar ile birlikte direniş örgütler. Omuz, omuza dırlar. Yaşlı, yaşlı adamlar, koca, koca kadınlar ve gençler hep beraber çıkarlar yazı yazmaya, afiş asmaya, bildiri dağıtmaya, nöbet tutmaya. Ankara’daki mitinglere katılan bölgeler arasında yoğunluklu olan bir bölgedir. Faşistler direnci kıramazlar. Güçleri yetmez.
Güçleri yetmeyince devreye resmi güçler girer. Resmiler, sivillerin saldırılarını desteklerler. Bölgede devrimcileri yıldırma politikaları izlerler. Onlarcası gözaltına alınır, işkence yapılır. Resmilerin desteğiyle Esat son durağa yakın bir apartmanın alt katına Ülkü Ocaklarının bir şubesi açılır. Civardaki yerleşim bölgesinde oturanlardan hiç kimsenin girip çıktığı görülmez buraya. Girip çıkanlar resmilerin desteğinde faşistlerdir; bölge dışından gelirler. Özelliklede Ahmetler adı ile anılan bölgedeki şehir yurtlarından. Her gün resmilerin gelmesiyle lokal açılır, onların gelmesiyle kapanır. Koruyucu olurlar, her zamanki gibi. Arada bir lokalden caddeye çıkanlar çevreye yazı yazarlar, bildiri dağıtırlar. Birilerini davet eder gibidirler.
Daveti geciktirmez on sekizine yeni giren İbrahim Tümer. Bir gece binanın arkasına dolanır, lokale elindeki patlayıcıyı bırakır. İçerde pusudadırlar ve İbo vurulur. 19 Haziran 1977.
Haziran zor bir aydır, zor. Haziran’da ölmek daha zordur. O bölgede Haziran ölümlerinin başlangıcında İbo vardır.
Sokaktayım
Gece leylak
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam, anam
haziranda ölmek zor !
ah yavrum
ah güzelim
canım benim/ sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n’eylersin ki sonu yok!
gece leylak
ve tomurcuk kokuyor
uy anam, anam
haziranda ölmek zor!
Hasan Hüseyin Korkmazgil
…………………………………………………………………………………………
Arada bir Siyasal’a uğrayan Asuman, arkadaşlarının arasında yeni bir sima ile karşılaşır. Bu İstanbul’dan gelen ve bakışlarıyla her noktayı sorguladığı anlaşılan zayıf, ufak tefek bir kızcağızdır. Siyasal’ı kazanınca birden bire büyümüştür ama aynı sınıftaki arkadaşlarından iki yaş küçüktür. Zekidir. Öyle yaş tahtaya basacak tiplerden biri değildir. Sosyalizmi okumuş da gelmiştir, kısacası mekteplidir. Birçoğumuzun telaffuzda zorlandığı Materyalizm ve Ampirio-kritizm kitabı okuduklarının arasındadır. Ailesinde sosyalizm yıllardır tartışılıyordur. Oturdukları evin dört duvarı kitaplar ile doludur. Duvarları aşmak için o kitapları okumak gereklidir. Okur da.
Teori tamdır anlayacağınız. Geriye pratik kalıyor. Zaten devrimci dediğin teori ve pratiği bir arada yürüten değil midir?. Siyasal’daki arkadaşları akşama kadar kalorifer peteklerinin üzerinde pinekleyip durmaktan başka bir şey yapmıyorlar (!). Bilgilerini hayata geçirecek alanlara gitmek gerekir diye düşünüyor. Düşünür dururken Asuman’ı izler gözleri. Günün yirmi dört saatini mücadeleye verebileceği yer, O’nun bulunduğu yer gibi olmalıydı. Asuman, gıpta edilecek bir insandır. Asuman’da dört bir tarafa koşturmaya yetişememektedir, yanında bir arkadaş olursa her şeyin üstesinden daha kolay geleceğini düşünmektedir nicedir ve, O’da gözlerini bu yeni gelen kıza diker. Bir gün birlikte “Bölge” ye gitmek üzere yola koyulurlar. Asuman ile birlikte Siyasal’ın kapısından çıkıp merdivenlerden aşağıya büyük bir heyecanla, kuş gibi kanat çırparak inen kızın adı, Kumru’dur.
Kumru aya adımını atan bir astronot kadar heyecanlıdır. Bastığı topraklar, kutsal topraklar kadar değerlidir, onun için. Çevresindekiler eli, yüzü öpülesi insanlardır. Neden olmasınlar?
İbrahim Tümer’in afişleriyle karşılaşır Kumru. Düzgün siyah saçları ve henüz yeni çıkan bıyıkları ile çekilmiş fotoğrafı duvardaki afişte kalmamış, bölgedeki çoğu evin duvarlarına taşınmıştır. Hangi eve giderse kalın kara kaşlı İbo ,O’nu karşılar.
“Siyasallı” lar bir öğlen sonrası Esat’taki ülkü ocağına gelirler. Faşistlerin derneklerine bir bomba bırakırlar, patlar. Patlayınca bir daha bırakırlar, o da patlar. Bomba atanlar kaçmazlar. İkinci bomba patlayınca bir daha atarlar, o da patlar. Sessizlik olunca haykırır biri “Yarın gene geleceğiz”. Bir sonraki gün gelmelerine gerek kalmaz. O civarlarda bir daha faşistler dernek açamazlar, son olur. “Siyasallılar” da bir daha gelmezler oralara, çünkü herkes “Siyasallı “ olmuştur.
Siz hiç evladını kaybetmiş bir ailenin evine misafir oldunuz mu? Ne kadar zordur orada konuşmak, bilir misiniz? Söylediğiniz her şeyi tartmak zorundasınızdır, bir yanlış kelimenizle onulmaz yaralar açabilirsiniz. “Takdir-i ilahi “ değildir olan. Ölenin affedilecek “taksirat “ hiç mi, hiç yoktur. Karşınızda oturanların bakışları sizin üzerinizde yoğunlaşır, siz gözlerinizi kaçırırsınız. Bilirsiniz ki size bakan gözler aslında kaybedileni arıyordur. Bazen bakışları donuklaşır ev sahiplerinin. Bilmelisiniz ki o an kaybedilen gözlerinin önündedir. Anlamsız gülmelerini garip karşılamayın, sakın. O’nun ile ilgili bir anıları hatıra gelmiştir de, ona gülümsemişlerdir. Çoğunlukla O’nun mutlu olduğu anlar anlatılır, hep o yanıyla hatırlanmasını istedikleri için. Bir bardak çayı zor yudumlar insan. Çay çoğu zaman soğur elinizde. Avucunuzu donduran bir bardak su kaynarcasına iner boğazınızdan. Hele bir de yatıya kaldıysanız kahrolursunuz. Size verilen yatak çoğunlukla kaybedilenin odasında olandır. Yatak özenle hazırlanır, bilirsiniz ki o özen aslında orada olmayanadır. Gece kapıyı açmamaya çalışır insan, yan odada yatanlar beklediklerinin geldiğini sanmasın diye. Yattığınız yatakta kaybedilenin kokusunu arayan bir anayı düşlersiniz, kokunuz sinmesin, karışmasın diye özen gösterirsiniz. Döner durursunuz sabaha kadar. Duvarlarda, raflarda hep ondan iz vardır. Yemekler hep kaybedilenin sevdiği olur nedense, lokmalar boğazınızda düğümlenir. “Biraz daha alır mısın ?” a verilen “Buraya gelmeden yemiştim”, cevabı kocaman bir yalandır.
Kumru, İbrahim Tümer’in annesi ve babasıyla ilk karşılaştığında yukarıdaki duygulardan çabuk kurtulamadı. İsmail Amca ve Zehra Teyze, İbo’nun arkadaşlarına kucak açtılar. Her eve giren İbo’dan bir nefes taşıdı onlara. Eski tüfek İsmail amca gençlere, kendi dönemindeki illegalite ve örgütlenme koşullarını anlatıyor, neye, nasıl dikkat edilmesi gerektiğini, kitle ilişkilerini, örgütlenmeyi defalarca örnekleriyle, deyim yerindeyse belletmeye çalışıyordu. Oğluna da anlatmıştı bunları hem de defalarca. Mücadelenin hangi fedakarlıkları gerektirdiğini biliyor, içinin kanayan yanını göstermemeye çalışıyordu. Bir evladını bu mücadeleye vermek fedakarlıkların en büyüğü değil miydi? Bir evlat vermekle de mücadele ne bitecek, nede başarılacaktı. Ödenecek bedel, öğrenilecek çok şey vardı, çoookkkkkkk.
………………………………………………………………………………………………..
Prometheus’un ateşi çaldığında kaç yaşında olduğuna ilişkin bir bilgi yoktur elimizde ama, bizim Prometheus’ların yaşları bellidir. Tanrıların egemenliğine karşı çıkıp, onların elindeki ateşi insanlığa ulaştırmak için kayalara zincirlenmeyi göze almışlardır. Bedenlerini parçalamaya gelen yırtıcı kuşlara tepkilerini de gösterirler. İsa ile birlikte öğretisi öleli yıllar olmuştur. Birer ateş parçasıdırlar. Biri olmazsa diğeri, o da olmazsa bir başkası meşale olmuş bedenleriyle oradan oraya koşturup dururlar. O ne bitmez tükenmez enerjidir. Gece- gündüz, kar- yağmur, olduğuna bakmaksızın tüm bölgede ateş böceklerini görebilirdiniz. Bir su birikintisinde kaydırılan taşlar gibi tepelerden, tepelere koşarak giderlerdi, arkalarında hafif dalgalanmalar bırakarak.
Bir ailenin en büyüğü on sekiz yaşında olan dört kızının bölgede birer efsaneye dönüşmesi bu döneme rastlar. Bir bölgenin faşizme karşı direnişine damga vurmuşlardır. Hep dağların efeleri olmazdı ya, bunlarda bölgedeki tepelerin EFE’ leriydi. Küçücük, körpe bedenleri birkaç yıl içinde dayanılmaz acılara katlanılacak vücuda dönüşür. Acılara dayanmak için vücut iriliğine gerek olmadığı bilincini de bu süreçte edinmişlerdir.
En büyükleri okuduğu okulda ve bölgede koşturup durur. Eğitim enstitüsü öğrencisidir. Büyük olduğu için kardeşlerinin eve geç gelmelerinin nedenlerini yumuşatarak anne ve baba’ ya anlatmak sorumluluğu da, O’na aittir. Babası ve annesi demokrattırlar ama, küçük, masum yalanları söylemek kimseyi incitmez. Kim Baba ve Annesine yalan söylemedi ki?. Polislerin hem okulda, hem bölgede yıldırmalarına hedef olur. Kaçak duruma, hapishaneye düşmüş kardeşleri ile ilişkiyi kurandır, kaçak olduğu halde. Güleç yüzünün ardındaki kararlılığı görmek için fazla incelemenize, o kararlılığın nedenini bulmak için FEZA’ ya gitmenize gerek yoktur.
İkincisi, daha lisededir. Korkusuzluğu, gözü karalığı dillere destandır. Zaten gazeteler defalarca resmini basarak hedef haline getirmiştir. Faşistleri önüne katıp kovalarda, “Ardımdan gelen var mı?” diye dönüp bakmaz. Peşindeki polisleri öyle bir atlatır ki, “Daha şimdi önümüzdeydi, birden yok oldu” dedirtir. Gecekonduları basan polisler, çamaşır yıkayan tülbentli kadının o olduğuna ihtimal vermezler. Önündeki sac da yufka pişiren kadına “Biraz önce buradan geçen kızı gördün mü “ diye sorarlar, o sordukları kişinin aradıkları olduğunu bilmeden. Yetişemeyeceklerini bildiklerinden arkasından kurşunlarlar, defalarca. Onlarca mermi sıkarlar, sıkarlarda bir tanesini tutturamazlar. Denilen odur ki kurşundan hızlıdır. Korkusuzdur. Çeviktir. Bir efsane olmuştur. Öyle bir efsanedir ki , Malatyalı hemşerisi Ali Çelik askerliğini yapmış oğlu Cebrail’e bakıp “ Ulan, senin gibi on oğlum olacağına, şöyle bir daşşaklı kızım olaydı” der. Yakalanır, işkence…, hapishane…. Sayılı günler tez geçer derler. Çıkar, evine gelir. Fazla kalamaz oralarda. Arkasında kan emiciler vardır. Ankara’nın başka gecekondularında onu bazen ayağında şalvarıyla, bazen örgü örerken, nakış yaparken, bazen bir inşaatta harç taşırken görebilirdiniz. O kendisinden başka herkese karşı ADALET ‘lidir.
Üçüncüsü daha yeni liseye başlamıştır. Liseye adım atanın bölgeye de adım atacağı sanki yasalarda yazılıymışçasına adımını atar. Adımları öyle büyüktür ki koca bölgeyi gün boyu dört döner. Şehla bakışlıdır. İnat mı, inattır. Ablasının ardından geldiği bölgede yakalanır. Hem de silahlıdır. Yakalayamadıkları ablasının acısını ondan çıkarırcasına işkence ederler. İşkence yerine annesini de getirirler. Annesi gördüğü manzara karşısında bayılır, o yattığı yerden işkencecilere küfür eder, kan tükürür. konuşmaz. Toprağı kuvvetli bir gül dür. İşkenceciler GÜL’ü solduramazlar.
Dördüncüsü daha orta okuldadır ama ablalarından geri kalmaz. Ablaları bölgeden uzaklaşmak zorunda kalınca meydan da ona kalır. Kardeşler bayrak yarışındadırlar. Ablalarının bölgedeki yokluğunu aratmaz. Onların yokluğuyla güneşi karartacaklarına inananlara bir ŞAFAK vaktinin ilk ışıklarıymışçasına cevap verir. Faşist cunta gelmeden çocuk vücudunu işkenceciler hoyratça ezerler, ama gıkı çıkmaz.
Mehmet Tamer, o en çok sevdiği sloganı, sınır kabul edilen ilk okulun duvarına yazan arkadaşının yazı bittikten sonra geriye çekilmesini gözetledi. Bir işin bitmesi bir an, insana nasıl rahatlık verirse öyle rahattı. Bir tepenin üzerindeydiler. Sol tarafı Türközü’ne , sağı Bademlidere’ye dönüktü. “ Buradan uzaklaşalım “dedi arkadaşlarına. Onların ilerideki gecekonduların arasında kaybolmalarından sonra çömeldiği tümseğin arkasından doğrulup geriye doğru yürümeye başladı. Bir kaç adım atmıştı ki gecenin sessizliğinde tok bir ses duyuldu, arkasından birkaç tane daha. Sırtı dönük sarsıldı, vurulmuştu. Öne doğru eğildi hafifçe, dizlerinin üzerine çöktü , yavaş, yavaş yana yıkıldı. Sırtından giren kurşun göğsünden çıkmıştı, bir yanma hissetti. “Yıldızlar ne kadar parlak bu gece” diye düşündü, elini uzatıp birini almak istedi. Bir sevgili tutamayan eli, yıldızı yakaladı. Hafif bir yel göğsündeki yaranın üzerinde esti. Artık canı acımıyordu. 3 Eylül 1978.
Arkadaşları O’nu diğerleri gibi gökyüzüne çaktılar, gökyüzünde bir yıldız oldu.
………………………………………………………………………………………………..
Göç almış şehirlerde bölge çalışmaları öyle kitaplarda yazılanlara birebir denk düşmez. Ülkenin dört bir yanından gelmiş insanlar ile karşılaşırsınız. Doğudan, kuzeyden, güneyden, dört bir yandan yani. Her gelen beraberinde getirmiştir, yemeğini, geleneğini, göreneğini. Sürpriz davranışlar, beklenmedik olaylar sıradan insanı ne yapacağı, ne söyleyeceği konusunda kararsızlığa düşürür. Böyle anlarda çıkar önderler, yöneticiler. Alınan kararları uygulamaya koyarken karşılaşılacak güçlükler karşısında adımını atmakta tereddüt ettin mi bittin demektir. Her davranışın, sözün, savunduğun idealler ile özdeşleştirilir ve bunlar insana ilişkindir. Söz konusu olanda çoğunlukla insan hayatıdır. Ve insan hayatı o dönemde hiç bu kadar ucuzlamamıştır. Devrimcilerin hayatlarının değerini ölçecek bir terazi de bulunmamıştır henüz. Gözleri bağlı kadının terazisinin bir kefesi hep insanca yaşamı savunanların haklılığının ağırlığını taşır.
Görevlerinin ağırlaşmaya başlamasına karşın büyük bir şevk içinde, günün her saatinde yerinde duramayan insanlar yığını çoğalır. Sadece gençler mi ?; Hayır. Bölge insanları arasında her yaştan insan bulabilirsiniz. Her meslekten de. İşçi, memur, serbest meslek, öğrenci onlarcadır. Her yaştan, her meslekten insanlar kendini "Devrimci" olarak tanımlarlar. İşten sonra hepsinin toplandığı yer Halkevi olur çoğunlukla. Akşam saatleri ve hafta sonlarında yapılan toplantılara yoğun katılımda yer bulmak zordur. Halkevinin lokali ufak gelince yeni bir şube açılması gerekliliği doğar. Bağcılar’da yol kenarında bir gecekondu, Bağcılar Halkevi olarak açılır. Hem de ne açılış. Tüm mahalle halkı toplanır, halaylar çekilir. Bölgenin koca, koca adamları, yaşlı, genç kadınları, çocukları oradadırlar. Adları, numaraları olmayan sokakların her birinden insanlar akın, akın gelirler.
Ürkütür bazılarını bu durum. Toplumun tüm katmanları teslim alınmaya çalışılırken karşı koyanların imhası için çarklar döndürülür, değerlendirilme yapılır ve harekete geçilir. Yapılacak iş belirlenmiştir. Öncüleri imha. İzlemeye alırlar.
Kumru ile Adalet peşlerine takılmış onlarca polisin takibinden kurtulmak için, evlerin aralarından geçerek, bahçe duvarlarından atlayarak bölge dışına çıkmanın yolunu aramaktadırlar. Çemberi yarmaya az kalmıştır. Üzerlerindekileri bırakabilecekleri bir zula arar gözleri. İlerideki gecekondunun önünde kendi yaşlarında iki kadın el hareketleriyle onları yanlarına çağırırlar. Konuşmadan bellerini işaret ederler. Durum anlaşılmıştır. Birbirleriyle ilk defa karşılaşanlar tek bir kelime etmeden , gözleriyle anlaşırlar. Bellerinden çıkardıklarını kadınlara verirler ve onlarda her gün yaptıkları doğal işlerden birini yapıyormuşçasına bezlere sararak saklarlar. Bizim kızlar oradan uzaklaşırlar. Ertesi gün emanetlerini almak üzere uğrarlar. Kadınlar bunları görünce telaşlanırlar. Bir çırpıda yere sofra konulur. Domates, salatalık, peynir, yufka ekmek ve çay. Birbirleriyle konuşamazlar. Kadınlar tek kelime Türkçe bilmezler. Kürt türler. Bizimkilerde tek kelime Kürtçe bilmemektedirler. Bizimkiler onlara, onlar bizimkilere bakar, bakar gülüşürler. Ağızlara lokmalar alınırken, çaylar içilirken dördü de gülümsemelerini eksiltmezler. Emanetler alınır, sarılaşarak ayrılırlar.
Asuman, arkadaşlarıyla bir gecekonduda toplantı yapar. Son yılların en sıcak Ağustos aylarından biri yaşanmaktadır 78 yazında. Kafasında o günlerde bölgede yoğunlaşan resmilerin hareketliliği vardır, bunu konuşurlar Daha bir dikkatli olunmalı, ellerinden geldiğince tüm tedbirleri almalıydılar. Dışarıya bıraktıkları gözcü bölgede bir hareketlilik olduğunu bildirince , evden çıkıp dağılmayı önerir. Evlerin arasındaki dar yollara dağılırlar. Arkadaşlarının yakalanmadan bölgeyi terk etmelerini sağlamak yükümlülüğünü duyar, bunu da başarır. Biraz ileride bir evin köşesini döner dönmez bir polis ile burun, buruna gelir. Çeviktir. Belindeki silahı çeker ve polisin alnına dayar. Polis şok olmuştur, dizlerinin üzerine çöker. Kekeleyerek “ Dur… ateş etme… yalvarırım çocuklarıma bağışla beni” der. Asuman, karşısındaki zavallı yaratığa acıyarak bakar. Yapacağı iş çok basittir ama düşünceleri, duyguları bir tetiğe basacak zaman aralığında gelip, gider. Her gün sokakta onlarcasına rastladığı çocuklar gelir gözünün önüne. Yanlarından gelip geçtikçe onlar ile yaptığı kısa sohbetleri, işten gelen baba ve annelerini karşılarken heyecanla attıkları küçük adımları ….Çocukların bir gülüşünün, bir kahkahasının, bir cilvesinin dünyalara değer olduğunu, bir damla göz yaşlarının akmaması için verdikleri uğraşıyı …. Aman dileyenlere el kalkmayacağını, sorunun birilerini öldürerek çözülmeyeceğinin bilincini…. Polis it oturuşundadır şimdi ; elleri dizlerinin üzerine kilitlenmiştir ve yalvarmaya devam eder” Yalvarırım bırak beni, ben bir emir kuluyum… öldürme…”. Bir yanda gül çocukların, diğer yanda şu aşağılık adamın suratı. Duygularına hakim olur, kararını verir “ Defol buradan, bir daha görünme buralarda, defol ” der. Polis “ Tövbe, istifa edeceğim şerefsizim” der. Asuman daha fazla oyalanmak istemez. Uzaklaşmak için arkasını dönerek hızlı, hızlı yürümeye başlar. İlerideki aralıktan geçtimi bir daha bulunamayacağını bilir. Birkaç adım atmıştır ki arkasından patlayan silahın sesi duyulur. Birilerinin onu koltuklarının altından tutarak havaya kaldırdığını ve yere bıraktığını sanır, sırtından vurulmuştur. Yüzüstü kapaklandığı yerden kalkmak ister ama düşünceleri ile vücudunun bir uyumu yoktur. Tabancası elinden fırlamış, uzağa düşmüştür. Ateş eden biraz önce kendisine yalvaran polistir. Yalvarışının sonundaki kelimede kimliğini ifade etmiştir. Çömeldiği yerden şarjörünü Asuman ‘ın arkasından boşaltır. Eli titrememiştir. Silah sesine çevredeki polisler koşar gelirler. Arkadaşlarını elinde silah ile Asuman’a yaklaşırken görürler. Silah sesinin arkasından ufak bir meydanın ortasında yüzüstü uzanmış, kımıldamayan kişinin kim olduğuna yönelik onlarca bakış, gecekonduların pencerelerinden, bahçe duvarlarının üzerinden yönelir. Polis tabancayı Asuman’ın kafasına doğrultur, ter içindedir. Koşarak gelen polislerden biri çevreden üzerlerine çevrilen gözleri fark etmiştir, “Dur, görenler var" der. Asuman, üzerine boşaltılacak kurşunları bekler, hem umarsız hem de duyarsızdır. Gözlükleri yere kapaklandığı anda uzağa fırladığı için sisli bakar . Mavi gökyüzü beyaz bulutlarla kaplanır birden. Çevresinde dolaşanların ayaklarını görebilmektedir , başını kaldıramaz. Kara sineklerin etrafına bu kadar çabuk üşüşmesine hayret eder. Soluk alışları ağzının yapıştığı topraktaki tozları kaldırmaya yetmez. Sağ eli başının hizasındadır, kımıldatabilir parmaklarını. Sıcak kanı susuz toprağı çatlatır; binlerce karınca akın eder çatlaklardan. Parmaklarının arasındaki karıncayı fark eder. “Karınca yuvasının üzerine düştüm herhalde, sırtıma ne çabuk çıktılar” diye düşünür. Karınca bir parmağından diğerine geçer, parmak arasına iner, ayaklarının değdiği yerlerde onu gıdıklar. İçinden gülümser. O durumda nasıl olup ta gülümsediğine şaşar. Şairin sözleri gelir aklına; “ Onlar ki toprakta karınca…..lar kadar çoktular… “ Başının döndüğünü ve gözlerinin karardığını hisseder. Karıncanın ayaklarının devinimi hızlanır, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmesiyle sanki oyalamaya çalışır. Hızlı, hızlı açılıp kapanan ağzıyla, “Uyuma “ der “ Uyuma” . Bir karıncaya şimdiye kadar bu kadar yakından bakmamıştır, incelememiştir, parmakları üzerinde bir tank kadar ağırlaşır karınca. Canı acır birden, gözlerinden birkaç damla yaş dökülür. Sonuncu damlaya yetişir karınca, sırtlar, kimseler görmeden yuvasına yetiştirmek için adımlarını hızlandırır. Çok kan kaybetmiştir Asuman, uykuya dalar.
Baygın Asuman’ı karga tulumba atarlar arabaya. Kan kaybından ölmesi için yolu uzatırlar. Lanetler okunur onu vuran ellere. Yatağına zincir ve kelepçeler ile bağlı olarak günlerce yatar hastahane de. Oradan çıkarır hapishaneye tıkarlar. Volta için avluya indiği bir gün duvar dibinde karıncayı görür, sırtında inci tanesiyle.
Asuman’ın vurulması beklenildiğinin aksine ters tepki yaratır bölge halkı üzerinde. Protestolar yükselir dört bir taraftan. Şaşkındır karşıdakiler. Şaşkın oldukları kadar da kan bürümüştür gözlerini. Yeni saldırıların planları gündeme alınır hemen. Asuman’ı vuran karakol polisi şubeye terfi ettirilir, o şimdi işkenceci yetiştirilmeye adaydır; “netekim” de öyle olur. Toplu kıyımların yapılacağı günlere, bölgelerde ev, işyeri bombalamalarını yoğunlaştırarak hazırlanırlar. Mehmet Tamer de vurulur 3 eylül 1978 de. Maraş katliamı kapıdadır.
Kumru’nun babası çoktandır haber alamadığı kızını merak eder. Ankara’ya gelir. Doğru SBF ye. Orada Kumru’nun arkadaşlarıyla karşılaşır. Delikanlılar, kızlar etrafını sarar bu kısa boylu tombul amcanın. Amca bir deryadır. Anlatırda, anlatır. Kendi deyimiyle Marks’ın ekonomik öğretisini ülkede en iyi bilenlerdendir. Yazdığı onlarca kitap bunun kanıtıdır. Üst kata Recep Dayı”nın çayhanesine çıkarlar. Demli çaylar eşliğinde uzun, uzun sohbetler yapılır. Gençler inanırlar ki karşılarındaki gerçektende “kafa” adamdır.
Başta dedik ya, Siyasallılar her şeyi bilir diye, Kumru ile babasını buluşturmanın yolunu da bilirler.
İbrahim Tümer’in babası İsmail amcanın eli ayağına dolaşır. Karşısındaki 51 tevkifatını ve sonrasını gayet iyi bilenlerdendir. Evine o ana kadar böyle değerli konuk gelmemiştir, eski kuşaklardan yani. Kendi elleriyle çayı demler. Koyu bir sohbete dalarlar. Biri alaylı, diğeri mekteplidir. Laf dönüp dolaşır, o günlere gelir. Kumru’nun babası kızının okumasını istemektedir. Eğitimini aksatmamalıdır. “ Bu kıza nasıl yardım etmeliyim “ der hafifçe sıkılarak. İsmail amca gözlerini diker. Ağır, ağır şöyle der “ Arslan Bey, Arslan Bey, kızın yazıya mı mı çıktı, boya kutusunu tutacaksın. Kızın afişe mi çıktı, tutkal kovasını tutacaksın. İşte böyle”. Bilgecedir cevabı.
Hüseyin amca, gece mahallede faşistlerin saldırılarını engellemek için nöbet tutan “Çocuklara” arada sırada çay götürür, götürmediği zamanlarda onları ısınmaları için evine davet eder. Yoksul sofrasını bölüşmek için defalarca çağırmıştır onları. Bazı hafta sonlarında mahalleyi ve Halk Evi ni koruma görevine O’da katılır. Bilir ki hep beraber yapılacaktır her şey, her yerde, ortak olunacaktır, “yarin yanağından gayri her şeye”. Akşamlardan birinde mahalle arasında dolaşmaktadır. Bütün dikkatini de yolun aşağısına doğru vermiştir. “İtler” gelse, gelse oradan gelecektir. Mehmet’in vurulduğu yerden. Hava soğuktur. Isınmak ve uyuşan bacaklarını açmak için yürümeye başlar usul, usul. Sokaktaki caminin köşesine geldiği an, farlarını söndürmüş polis arabasını fark eder. Geriye döner. Parkasının cebindeki tabanca emanettir. Yavaş, yavaş yürümeye başlamıştır ki arkasından yanan farlarının ışığını görür, adımlarını hızlandırır. Araba yaklaşır. Heyecanlanır, koşmaya başlar, evinin bulunduğu aralığa beş metre kalmıştır. Arkasından silahlar patlar. Yere düşer. Mermiler sırtına saplanmıştır. Hüseyin Polat o an ölür. Gökyüzündeki yıldızların arasında yerini alır. Yılın en uzun gecesidir, 22 Aralık 1978 . Evdeki dört çocuğu babalarıyla yer sofrasında bir daha buluşamazlar, “Ablalar”, “Abiler” gelir ama pos bıyıklı baba gelmez. Mahalle duvarlarında “Hüseyin Polat Yaşıyor “ yazısını defalarca okuyan çocuklarının en küçüğü O’nun yaşadığı halde neden eve gelmediğini sorgulayamaz.
Ölüm hep sırtından yakalar insanları. Ölüm kalleştir. Ak yüzlü insanlara bakmaya cesareti yoktur. Ölüm taşıyıcıların yüzleri iğrençtir. Kahrolsunlar…………………..
……………………………………………………………………………………………….
Siyasal’ın arkasındaki tepenin adı Çamlık tır. Adını üzerindeki çamlardan almıştır. Yeşil alan olarak muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Otuz iki yıl önce yapılan havuzu içine su doldurulmadığı için halen boştur, çocuklar futbol oynarlar içinde. Bir tarafı Cebeci’ye, diğer tarafı Akdere’ye bakar. Önünde de uçsuz bucaksız bir Ankara manzarası. Karşıda Kocatepe camii. Çamlık’ tan, İncesu vadisinin her tarafını görmek mümkündür. Kolej’den, Mamak’a kadar uzanan vadinin sağını ve solunu görebilirsiniz. Karşıda Seyranbağları’dan, Bademlidere’ye, sol tarafındaki Akdere’den Mamak’a kadar bütün bölge ayaklarınız altındadır. Tam karşısındaki tepenin adı Zafertepe’dir. Zafertepe’ den, vadinin içindeki Türközü meydanına inen yamaç, çevredeki yamaçlara göre en eğimli olanıdır; adı, Kurudere’dir.
“Siyasallılar” bu Çamlık’ın üzerinden çevreyi gözlerler. Karşıda çatışmaların olduğu tepelerden gelen silah seslerini duyarlar. Şöyle yaylanıp bir atlasalar ulaşılacak gibi görünen tepelerin altlarının bataklık olduğunu da bilirler. Kızlar karşı tarafta, delikanlılar bu tarafta kalmışlardır.
O delikanlıların en korkusuzlarından ikisi Çamlığın altında ve yan tarafında pusuya düşerler. Biri Kara kaşlı İbrahim Tümer’in katledildiği tarihten iki yıl sonra, diğeri Mehmet Tamer’in katledildiği tarihten bir yıl sonra. Biri 10 Haziran 1979 diğeri 17 Ekim 1979 da. Siyasalın delikanlılarından biride Hukuk Fakültesi önünde kurşunlanır. 16 Haziran 1980 de. Dedik ya, Haziran ölümleri zordur diye.
Onlar Siyasal’ın delikanlılarıdır. Karşı taraftaki arkadaşlarının tamamını hiç görmemişlerdir ama yürekleri onlarla birlikte atmıştır. İsyan sloganlarının yankısını vadinin bu yakasından aksettirmişlerdir.
Derler ki "O yankılar, yüreklerinin sesleridir". Derler ki “Onlar bu mücadeleden uzak kalma hakkını kendilerinde görmediler”. Derler ki “ Onlar cesaretlerini ödünç almamışlardı”. Derler ki “ Vurulup düştüklerinde gölgeleri güneşin üzerine düştü”. Derler ki “Onlar vurulduklarında güneş ağladı, güneşin her gözyaşından bir yıldız aktı, o yıldızlarda gökyüzündedir hala”. Derler ki “Onların düşleri, ne kurşunlanabilir, ne parçalanabilir, ne de kesilebilir”. Derler ki “Onlar tanrıların cennetine gitmeyi reddettiler”. Onlar, Mehmet Tamer’in türküsünün“ Çamlığın başında tüter bir tütün, acı çekmeyenin yüreği bütün” , mısralarının devamını karşıda “ At üstünde kuşlar gibi dönen yar, kendi gidip ahbapları kalan yar” olarak söylemişlerdir. “Siyasalın delikanlıları “, “Siyasalın kızları” birer efsane oldular. Yıllar geçti ama onlar unutulmadı. “ Siyasalın delikanlıları “ Hakan Şenyuva, Mehmet Adil Olcay, Şevki Kobal’ dır. Onları anlatan diller şişti, kitaplara sığdıramadılar, bundan sonrada yazılacaklardır.
Mehmet Adil Olcay’ ın katledilmesini, vurulduğu günün ertesinde (18 Ekim 1979 ) mahallede protesto edenlere polis ateş açar ve Necla Yalçın’ı vurur, vurduktan bir saat sonra hastaneye kaldırırlar. Necla kan kaybından ölür. Namlular vadinin bir o tarafına, bir bu tarafına döner. Kurudere’de devrimcilere polisler ve faşistler ortaklaşa pusu kurarlar. Niyetleri yeni bir Maraş’ı yaratmaktır. Önce faşistler mahalleye saldırı düzenlerler, püskürtülünce gizlendikleri yerden polisler çıkar. Ellerinde makineli tüfekler ile yüzlerce mermi sıkarlar. Silah sesinden ürküp evine doğru koşmaya başlayan üç çocuklu kadını delik deşik ederler. Adı Satı ‘dır, 80 in soğuk şubat günlerinden biridir o gün. Günler gerçekten ağırdır ve daha da ağırlaşacak günlerin eli kulağındadır.
“Coninin oğlanları” omuzlarındaki teneke yıldızlar ile sandalyelerine kurulduktan sonra sürek avı başlatırlar. “ Tüketmeye biz talibiz, biz yetkiliyiz” derler. Binlerce insanı işkencelerden geçirirler, hapislere tıkarlar, onlarcasını asarlar. Yakalanamayan kızlar yurtdışına çıkarlar. Biri sesi ile ülkede kalanlara seslenmeye çalışır, dört kız kardeşten ikinci ve üçüncüsü mülteci olurlar. Uğraşları bulundukları ülkede de insan yaşamına ilişkindir. Biri sorunlarını aktarmada aynı ülkeden gelenlere tercüman olur, diğeri insan yaşamının kutsallığına inanır; Hipokrat yemini eder. En büyük kardeş öğretmenlikten emeklidir ve kanser tedavisi ile uğraşır bu günlerde. En küçükleri de Hipokrat yemini eder, ülkededir şimdi. Esat ve Bağcıların bu öyküde anlatılmayan bir başka kızı daha vardır, o en sessiz, en gizli kalanıdır, yurt dışına çıkar. Anakaranın bir ucunda kendine yer bulur. Oradadır hala. Bölgede oturanların onlarcası da en ağır işkencelerden geçer , uzun yıllar zindanlarda tutulurlar.
Sehergül Ateş, çocukluktan yeni çıkmıştır. Cin gibidir. Cin gibi olduğunu etrafa göstermemekte cinliliği gerektiriyorsa o, bunun en iyisini yapandır. Bağcılar’da telefonu olan evlerden biri onlara aittir. Telefon çaldığında da en çok cevaplayan odur. Arada bir “ Yanlış numara” diye cevapladığı konuşmadan sonra evden çıkar. Ya bir abi yi bulur, ya da bir abla yı, Onlar ile birlikte tekrar eve gelir. Bir müddet sonra telefon tekrar çalarsa önce o, sonra ya abi, ya da abla konuşur. Jandarmanın, polisin arasından korkusuzca gidip, gelen de odur, habercidir, ağabeylerin, ablaların gözü kulağıdır.
“Coninin oğlanları” yönetime el koyunca ağabeyler ve ablalar görünmezler bir daha. Esat’ ın en yakışıklı delikanlılarından Turgay Erbay hapisten kaçar, sevinir Sehergül, Turgay kaçtıktan sonra canına kıyar, üzülür Sehergül, 22 Ekim 1982 dir tarih. Ablaları, ağabeyleri o yana döner arar, bu yana döner arar. Bir o yana, bir bu yana döner Sehergül. Dönüp, dönüp aramaları semaha dönüşür. Semah dönmeye başladığında elinin birini havaya kaldırır, birini yüreğine koyar, arada bir eliyle çevresini şöyle bir toparlar gibi yapar; Ağabeylerini , ablalarını kucaklamadır ona sorarsan. Elini yüreğine koyduğunda da onların yerini gösterir. Semah dönerken kartal gibi uçar da, eliyle ağabeyleri, ablaları kucakladığını hissettiği an yüreği bir serçenin yüreği gibi pır, pır eder.
Aradan yıllar geçer. Kara kaşlı İbrahim Tümer’in lise-Der den arkadaşları Erdal Ayrancı ve Uğur Kaynar ile, Sehergül Ateş Sivas ta buluşur. Uğur, sevda ve kavga şiirlerini okuyacak, Sehergül semahını dönecek ve Erdal onları kamerasına kayıt edecektir. Bırakmazlar, yakarlar onları. Yüreğimiz yanar. 2 Temmuz 1993.
Esat ve Bağcıların kızlarının sayısı bu yazıda anlatılanlar kadar değildir. Yazılanlar kadar, yazılmayanlarda vardır ve sayıları en az yazılanlar kadardır, belki de daha fazla. Öncüleri anlatmaya çalıştık. Sonradan gelenler öncülerin ayak izlerinin silinmediğini gördüler, ondan sonra gelenler de bir öncekilerin ayak izlerine bastılar. Ne kadar yazılırsa, ne kadar anlatılırsa hep bir şeyler eksik kalır, birileri unutulur. Kitaplara sığdırılamaz yaşananlar. Unutulanların çoğunun kimliği belirsizdir, belirsizliği de kendileri seçmiştir; çoğu insanda bu durumu benimsemiştir ayrıca. Örneğin Hüseyin Polat’ın arkadaşı Tahsin abi, dört yaşına geldiği halde küçük oğlunu nüfusa kayıt ettirmemiştir ve onu eşiyle birlikte hep kod adıyla çağırmıştır. Bir anne ve babanın çocuklarını adıyla çağıramamasının sancısını hayal edebilir misiniz?... Düşünmüşlerdir ki bilinmezlik belki oğullarını tehlikelerden korur, düşmanları onu bilmesin ve bellemesin…..
Zafertepe, Bağcılar, Bademlidere, Topraklık, Akdere , Seyranbağları tepelerdedir. Her tepenin başında bir meşale yanar. Her meşale bir kaybedileni temsil eder. Arada bir söner gibi olsa da birilerinin nefesi, birilerinin bakışı meşalenin alevlerini göğe yükseltir. Birileri an’sa, birileri yazsa, birileri söylese meşaleler sönmeyecektir. Meşalelerin yanmasını isteyenler bunu bilirler. Birileri an’ar, birileri yazar, birileri söyler. Adları yeni doğan çocuklara konulmuştur. O çocuklara her seslenilişte meşalelerdeki parıltılar daha bir kızıllaşır; kızıllık lav kızıllığıdır. Tepelerde yanan meşaleler her taraftan görülür. Birileri önünü karatmaya çalışsa gökten bir yıldız iner gelir, gelir meşalenin yanında durur. Yıldızları yerlerinden oynatmaya da kimsenin gücü yetmez. Her tepenin başında biri görünür; biri semaha durmuştur, biri horona, biri halaya. Biri ti çeker, biri zılgıt, biri hu. Omuz, omuza verdiklerinde, kol, kola girdiklerinde sıralanmış ateş böcekleri olurlar.
Ateş hattıdır orası, ateş hattı…
Bakan görür…. Görmeyen kördür…
Hasan Hüseyin Özkan
Stockholm 23 Aralık 05
NOT; Feza’yı 7 Mayıs 2006 da kaybettik.
Ali Arda adlı bir dostum, yukarıda okuduklarınız ile ilgili olarak aşağıdaki dizeleri kaleme aldı. Bunu sizler ile paylaşmak gerekliliğini duyuyorum.
Seyranbağlarında bir üzüm kanar, ılık bir sabah kanar
Bademliderede usul bir bahar
Seyranbağlarında bir bağ bozumu
Kekre bir acının sızısı kurur
Bir Turgay yorulur, Sehergül kanar
Seyranbağlarında bir bordo ölüm
Mamak ayaklanır semaha durur.
Temmuz böyle mi olur kardeş
Güneşi kanar
Zılgıtlar kav olur
Bir "yetsin" kanar
|
|
|
|