Giriş - İletişim


 
 
 
 
 



MUSTAFA DURMUŞ



 

Mustafa Durmuş ile Söyleşi

Farklı yazarlar genelde neo-liberalizmin krizi gibi adlandırmaları tercih ederken siz “Kapitalizmin Krizi”nden söz ediyorsunuz. Bu tercihin nedenleri ile başlayalım isterseniz.

2008 Krizini neo-liberalizmin krizi olarak tanımlayanlar oldu. Bu anlamda da çökmekte olanın kapitalizm değil, kapitalizmin belli bir biçimi olduğu algısı yaratıldı. Bu algı yanlışlığının bir nedeni, kapitalizmin son 25-30 yılına damgasını vuran politikaların, neo-liberal politikalar ve onun olmazsa olmazı finansal de-regülasyonlar ve hızlı finansallaşma olgusu olmasıdır. Oysa finansal sermaye farklı önemlerde de olsa kapitalist gelişimin her döneminde var olmuştur, 1980’li yıllardan bu yana değişen şey bunun türev piyasa araçları gibi yeni araçlarla daha da gelişmesi, spekülasyonların giderek daha ön plana çıkması ve bu bağlamda da finansallaşmanın hızlanmasıdır. Yani, finansallaşmayı kapitalizmin gelişiminin bir parçası, reel sanayi sermayesinin bir tamamlayıcısı ve reel sektörde üretilen artı-değerin paylaşılmasında bir araç olarak görmek daha doğru olacaktır.

Bu bağlamda, finansal sektörde, özellikle menkul kıymetleştirilmiş borç patlamasıyla ortaya çıkan finansal kriz, sadece bir semptomdur. Yani, finansal kriz olarak ortaya çıkan kriz, aslında hastalıklı, defolu bir üretim tarzının bir belirtisidir. Bu üretim tarzı, mal ve hizmetlerin üretimi ve bölüşümüne, kalıcı ve yok edici çatışmalar dokuyan kapitalizmdir. Kaynağını, “sosyalleşmiş üretim ile özelleşmiş kapitalist el koyma arasındaki uyumsuzluk” biçimindeki temel çelişki ve rekabetten alan bu çatışmalar, zaman zaman kısa vadeli döngü biçiminde, bölgesel ya da yerel olarak sınırlı, zaman zaman ise daha uzun vadeli döngülerle küresel krizlere neden olmaktadır. 2008 krizini de bu bağlamda finansal sektörde patlak veren, ancak kapitalizmin üretim tarzının bizatihi kendisinden kaynaklanan bir kriz olarak görmek daha doğrudur. Bu nedenle de kitabımın adını da “Kapitalizmin Krizi” olarak seçmeyi daha uygun buldum.

2008 krizinin neo-liberal dönemin sonunu getireceği de dile getirilen iddialar arasındaydı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Neo-liberal dönemin sona erdiğini ileri sürmek abartılı olur. Çünkü öyle olması gerekmiyor. Ama kesinlikle daha fazla regülasyon söz konusu olacaktır. Küresel düzeyde faaliyet gösteren şirketler, son 30 yıldır çok daha çeşitlenen ve küreselleşen üretimlerini öyle örgütlediler ki bu şirketlerin küresel kredi ve finansal sigorta piyasalarına olan ihtiyaçları giderek arttı. Hedge fonlar örneğinde olduğu gibi, bu araçlar faiz oranları ve döviz kurlarındaki oynamalara karşı güvence arayışı içinde olan kurumlar için riske karşı bir sigorta anlamına gelirken, aynı zamanda sigortalayanlar için spekülasyon aracıdırlar. Yani, futures, swaps gibi sigorta sözleşmeleri üzerinden spekülatif karlar yaratılabilecek bir tür kumardır. Hükümetlerin aynı anda küresel kredi sistemini ve madalyonun öbür yüzündeki spekülasyonu düzenleyebilmeleri çok zordur. Aşırılıklar törpülenecektir, ama neo-liberal uygulamalardan vazgeçileceğinden özellikle de finansal piyasaların bütünüyle deregülasyonundan bahsetmek aşırı iyimserlik olur.

ABD de finansal mekanizmalar üzerinden derinleşen kriz Türkiye'de neden doğrudan reel-sektörü etkiledi?

Aslında böyle bir tartışma hükümet çevrelerinin Türkiye’nin bu krizden etkilenmeyeceği, krizin sadece teğet geçeceği, zira 2001 krizinden sonra bankacılık sektöründe alınan tedbirlerle bu sektörün güçlendirildiğini iddia etmeleriyle başladı. Bu açıklamalardaki önemli bir yanlışlık, krizin Türkiye’ye finansal sektör üzerinden gelip gelmeyeceği ile ilgiliydi. Zira Türkiye’de kriz analizi yapan hiç kimse krizin Türkiye’yi doğrudan bankacılık sektörü ya da krizi tetikleyen toksik kâğıtlar ya da türev piyasalar üzerinden vuracağını ileri sürmedi. Çünkü Türkiye ekonomisinin bu tür finansal araçlarla ya da piyasalarla ilişkisi göreli olarak çok zayıf. Tam tersine aklı başında olan herkes krizin Türkiye’yi doğrudan reel sektör üzerinden vuracağını ileri sürdü.

Ancak, krizin Türkiye’deki bankacılık sektörünü hiç etkilememesi de mümkün değildir. Mart 2009’da yayınlanan bir IMF araştırması aslında Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere dünyada hiçbir bankanın güvende olmadığını ortaya koymaktadır. Bu rapora göre, 2008 krizi, kredi döngüsünün tersine döndüğünde ve kredi kuruması yaşandığında dünyanın en güçlü bankalarının dahi buna dayanamadığını açığa çıkartmıştır.

Burada asıl önemli olan nokta, bu bankaların vermiş oldukları kredilerin sektörel dağılımıdır. Finansal krizden doğrudan etkilenmiş Batılı bankaların Türkiye’deki alacaklarının üçte biri doğrudan bankacılık sisteminden, kalan üçte ikisi ise reel sektörden oluşmaktadır. Ancak reel sektörün bu kredileri alırken bankacılık sisteminin teminatlarını kullanması, aslında reel sektör kadar Türkiye’deki bankaların da risk altında olduğunu ortaya koymaktadır.

Batı'da açıklanan anti-kriz paketleri krize merhem olur mu?

Öncelikle belirtelim, doğru teşhis doğru tedaviyi ve başarıyı beraberinde getirir. Oysa, sermaye çevreleri ve onların sözcüsü durumundaki ulusal ve uluslararası örgütler, 2008 kriziyle ilgili değerlendirme yaparken kapitalist üretim tarzının kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan kriz mekanizmalarını sorgulamıyorlar, sorgulayamazlar. Çünkü sınıfsal çıkarları gereği, krizin nedeninin kapitalizmin bizatihi kendisi olduğu gerçeğini bilinçli bir şekilde gizlemeye, böylece de anti-kapitalist bir muhalefeti engellemeye çalışıyorlar.

Bir yılı aşkın bir süredir kapitalist metropollerde uygulanan anti-kriz politikalarına yakından baktığımızda şu önlemlerin alındığını görüyoruz: Finans sektörüne 3 trilyon ABD dolarının üzerinde likidite aktarıldı, baz faiz oranları hızla düşürüldü, mevduatlara ve bankaların kendi aralarındaki borçlanmalara sınırsız devlet teminatı getirildi, kısmi banka vb. devletleştirmeleri yapıldı, özel sektörde finans ve finans dışı şirket devirleri ve ele geçirmeleri teşvik edildi, vergi oranlarında indirimler, vergi iadeleri ve işsizlik yardımı ödemeleri planlandı, büyük çaplı doğrudan kamusal yatırımlar biçiminde kamu harcamaları planlanıyor. G-20, en az 1 yıl süreyle tarifelerin ve ticari kısıtlamaların artırılmamasını önerdi. Nisan 2009’da yapılan G-20 Londra zirvesinde başta IMF’nin gücünü ve etkisini artırıcı olmak üzere bir dizi karar alındı.

Ancak, sisteme para pompalamak, krizin de temel nedeni olan aşırı birikmiş sermayeyi yok etmek ya da devalüe etmek gibi bir sonuç doğurmayacaktır. Tersine aşırı birikimi daha da artırarak, kurgusal sermayeyi artıracak ve yeni köpükler yaratacak, dolayısıyla da bir sonraki krize zemin hazırlayacaktır. Ayrıca bu önlemler, “kapitalizmi kendinden korumak” için alınmakta ve “kârlar özelleştirilirken zarar sosyalleştirildiği” için krizin faturası emekçi kitlelere çıkartılmaktadır.

Bu bağlamda Keynesyen politikalarla krizin aşılabilme şansı nedir?

Kamusal harcamalar ve vergisel teşvikler biçiminde yürütülmesi planlan Keynesyen maliye politikaları uygulamada pek çok açmazla karşılaşacaktır. İlk olarak, vergi iadeleri, işsizlik yardımları vb. doğrudan ödemeler çok ciddi krizlerde işe yaramayabilir. Çünkü bu ödemelerin, tüketim harcamalarına dönmesinden ziyade borçluluk düzeyi iyice artmış olan halkın bu birikmiş borçlarını kapatmada kullanılması yüksek bir ihtimaldir. Sosyal refah harcamaları ise geçmişte Vietnam işgali ve Irak işgali sırasında olduğu gibi olası bir Afganistan ve/veya Pakistan müdahalesine kurban edilebilecektir.

İkinci olarak, kaynak ayırma bağlamında, maliye ve para politikaları arasında bir çatışma söz konusudur. Hükümetler, bankalara trilyonlarca ABD dolarlık likidite aktarırken kaçınılmaz olarak kamusal sosyal refah ve yatırım harcamalarından fedakârlık yapacaklardır.

Üçüncü olarak, maliye politikalarının zamanlama ya da gecikme sorunu mevcuttur. Öyle ki büyük bir kamusal yatırım projesinin sadece projelendirme süresi en az altı ay alacaktır. Böyle bir projeden beklenen ve talebi canlandırıcı sonuçların ortaya çıkması ise en az 18-24 aylık bir zaman alacaktır. Yani anti-kriz kamusal alt yapı harcamaları yürütülürken, ekonomi yukarıya doğru çıkış halinde olabilir, kriz daha da kötüleşebilir.

Dördüncü olarak, küresel kapitalizmin kaptan köşkünde oturan ABD bugün dünyanın en borçlu ülkesi konumundadır. Parayı kimden ve nasıl borçlanacaktır? ABD dolarının dünya piyasalarında değer kaybetmesi ABD Hazine Bonoları’na uluslararası piyasalardan yeterince talep gelmesini önleyecek, bu da borçlanmayı zorlaştıracaktır.

Beşincisi, Nisan 2009 Londra Zirvesinde alınan kararlarla sermaye ve kredilendirme yapısı güçlendirilen IMF bu imkanların ne kadarını azgelişmiş ülkeleri krizden çıkartmak için kullanacaktır? Ayrıca IMF, az gelişmiş kapitalist ülkelere yapacağı yardım karşılığında onları krize karşı bu derece kırılgan hale getiren neo-liberal ilaçtan biraz daha içmelerini talep etmektedir. Anti-enflasyonist politikalar, refah harcamalarında ciddi kısmalar ve finans sektörünün istikrarı için reformları içeren IMF’nin geniş halk yığınlarının tepkisini artırması, bu tür politikalarının uygulanabilirliği ihtimalini azaltmaktadır.

Son olarak, derinleşerek süren kriz, kapitalistleri iş birliğine zorlasa da 1929 Büyük Depresyonu sonrasındaki gibi yeni bir Bretton Woods yapılanmasından söz etmek için çok erkendir. Kapitalistler arası çelişkilerin derinleşmesi ve kendi aralarındaki kavganın giderek büyümesi de ihtimal dahilindedir. Hali hazırda büyük sermaye küçükleri yutmakta, banka ve şirket devirleri yoğunlaşmakta, faiz indirimleri devlet içi ve devletlerarası mücadeleyi kızıştırmaktadır.

Sizce krizden çıkış yolu nedir? Kitabınızı krizin gerçek mağdurlarına ithaf ediyorsunuz. Emekçiler açısından kriz başlığında nasıl bir mücadele öngörüyorsunuz?

Bu kitabı yazarken, aslında kitabı ithaf ettiğim insanlarla ilişki kurma fırsatı yakalayabildim. Türkiye’nin muhtelif kentlerinde demokratik kitle örgütlerinde ve sendikalarda kriz sunumları yaptım. Bu benim için de çok faydalı oldu. Onları dinledim, soruları bende yeni ufuklar açtı. Yani, kitap bir anlamda sahada yazıldı.

Diğer taraftan dünyanın her yerinde krizin gerçek mağdurları olanların neden krize karşı gerekli muhalefeti, direnişi ortaya koyamadıkları da yanıtlanması gerekli bir soru olarak ortada duruyor. Çünkü, önümüzde ciddi sorunlar ve tehlikeler var. Özellikle son 30 yıldır, halkın yanında olduğunu ileri süren siyasal partiler piyasa ekonomisinin kölesi olmuş durumdalar, öyle ki “sosyal demokratlar” dahi eğitim, sağlık, sosyal refah hizmetlerinin piyasalara terk edilmesine sessiz kaldılar. İşçi sendikaları kapitalizm yanlısı politikaların kuyruğuna takıldılar ve kapitalist sömürüyü gerçekte sorgulamadılar, görmezden geldiler. Sesleri çıkması gerekenlerin hiç sesleri çıkmıyor, sesleri çıkanlar ise bilerek ya da bilmeyerek “hepimiz aynı gemideyiz” çarpıtması altında, faturanın emekçilere kesileceğini bile bile kapitalizmin kurtarılmasına yardımcı oluyorlar. Sendikalar, siyasal partiler, sivil toplum örgütleri mücadele yerine, krizin sorumlularını kurtarmayı seçtiğinde bu, aşırı sağ popülizmin güçlenmesine yol açacaktır. Medyanın da desteğiyle, etnik kimliklere karşı histerinin körüklemesini fırsat bilerek, bu sağ-muhafazakar partiler yeni günah keçileri yaratacaklar ve giderek yaygınlaşan ‘linç kültürünü’ kapitalizmin sorunlarını unutturmakta kullanacaklardır.

Diğer yandan, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde, çalışan sınıflar tüketici kredileri, konut kredileri, kredi kartları, özel emeklilik fonları vb. araçlarla finansal sektörün bir parçası haline getirildiler. Dolayısıyla bu piyasalarda ortaya çıkan bir krizin aşılmasıyla bu geniş kitlelerin de sorunlarının çözüleceği beklentisinin yaygın bir şekilde insanlara yerleştirilmesi toplumsal muhalefetin önünü kesiyor. Son 30 yıldır uygulanan neo-liberal ideolojinin emekçileri de düşünsel düzeyde etkileyerek, sınıfsal çıkarları yönünde tavır almalarını engellediği açıktır.

Özetle geleceğimiz, bugün karşı karşıya olduğumuz ekonomik ve politik mücadelenin sonuçlarıyla şekillenecek. Bu bağlamda yaşadığımız kriz dönemi kapitalizmin de geleceğini belirleyecektir.

Krizden kurtulmanın uzun erimde aslında kriz yaratan sistemden kurtulmak olduğu ve kısa erimde emek hareketinin nasıl bir programa sahip bulunması gerektiği gibi konularda kitabımda bir program önerim bulunmaktadır.

Son söz olarak, kriz emekçilerin kapitalizmle yüzleşmeleri için bir fırsattır. Ancak fırsatlar da değerlendirildiklerinde gerçekten fırsat olurlar. Bu nedenle kapitalist krizlerden en çok zarar gören işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin örgütlenmelerini güçlendirmeleri ve sürece değiştirici anlamda müdahale etmeleri gereklidir.

Buyut   Buyut

KUTULAR

1. Özgeçmiş

1977 yılında A.Ü. S.B.F. İktisat-Maliye bölümünden mezun olan Mustafa Durmuş, 1978-80 yılları arasında Türk-İş’e bağlı Yol-İş sendikasında eğitim uzmanı olarak görev yapmıştır. 1985 yılında doktorasını yapmak üzere İngiltere’ye giden Durmuş, York Üniversitesinde misafir araştırmacı olarak bulunmuştur. 2006 yılına kadar A.Ü. S.B.F Maliye bölümünde, 2066’dan bu yana ise Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Mustafa Durmuş’un maliye politikası ve kamu ekonomisi alanlarında yazılmış çok sayıda çalışması vardır. 2008 krizini konu alan seminerlerinden yola çıkarak hazırladığı “Kapitalizmin Krizi, 2008 Krizinin Eleştirel Bir Çözümlemesi” kitabı 2009 yılı Mayıs ayında Tan Kitabevi Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

2. Kitap Tanıtımı

Mustafa Durmuş’un kaleme aldığı Kapitalizmin Krizi 2008 krizinin eleştirel bir çözümlemesini ortaya koymayı amaçlıyor. 2008 Krizini, kapitalizmin tarihsel gelişimi içine yerleştiren çalışmada, söz konusu krizin daha öncekilerle paylaştığı yapısal benzerlikler ve farklılıklar ele alınıyor. Özellikle ABD‘de ve AB ülkelerinde finansallaşmanın aldığı özgül biçimler üzerinde durulurken, Türkiye’de pek bilinmeyen finansal mekanizmaların kriz üzerindeki etkilerine değiniliyor.

Mustafa Durmuş, hükümetlerin kriz önleme paketleriyle, tarihin çöplüğüne atılması gereken bir sistemi ayakta tutmaya çalışarak egemen sınıfa nasıl hizmet ettiklerini, karların özelleştirilmesine karşın zararların nasıl sosyalleştirildiğini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyuluyor. Krizin Türkiye üzerindeki etkilerinin de ele alındığı kitapta, çok sayıda finansal terime yabancı olan okuyucular için bir “Kriz Sözlüğü” ve farklı Marksist ekollerden tarihçilerin tartışmalarını özetleyen “Sorularla Kriz ve Dünya Solunun Kriz Yorumları” başlıklı bir bölüm de yer alıyor.


Geri Dön


Üye Girişi
Üye - Parola

Haberler
-12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında
-darbelere karşı eylül etkinlikleri başladı
-13 Haziran Ankara Buluşması
-PANEL : Seçimleri Okumak
-150. YILDA SBF<d>DER ETKİNLİKLERİ
Tüm Haberler

Yazarlar
Hasan Hüseyin Özkan
Murat Utkucu
Yunus Işın
Sinan Kasımoğlu
Kumru Başer
Osman Akınhay
Mehmet Ay
Fikret Yakar
İshak Kocabıyık
Handan Koç
Gülseren Karaçizmeli


SBFDER Web © 2008. Her Hakkı Saklıdır. Ana Sayfa |  Hakkımızda |  Fotoğraflar |  Yaşattıklarımız |  Yazılar
Sanat Galerisi |  SBF<d>DER |  Haberler |  Üyeler |  Linkler |  İletişim